BEDİÜZZAMAN'IN, HAPİSTE OLDUĞU HALDE, İNSANLARCA 2-3 DEFA CAMİDE SABAH
NAMAZINI KILARKEN GÖRÜLMESİ
Bediüzzaman Denizli hapsinde iken ,
halk, iki-üç defa Üstad'ı muhtelif camilerde sabah namazını kılarken görür.
Savcı işitir; hapishane müdürüne pürhiddet, "Bediüzzaman'ı sabah namazında
dışarıya, camiye çıkarmışsınız" der. Tahkîkat yapar ki, Üstad hapishaneden
dışarıya katiyen çıkarılmamış. Eskişehir Hapishanesinde iken de, bir Cuma günü,
hapishane müdürü, katip ile otururken bir ses duyuyor: "Müdür Bey! Müdür
Bey!" Müdür bakıyor; Bediüzzaman yüksek bir sesle: "Benim mutlaka
bugün Ak Camide bulunmam lazım."
Müdür, "Peki Efendi
Hazretleri" diye cevap veriyor. Kendi kendine, "Herhalde Hoca Efendi
kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor" diye
söylenir ve odasına çekilir.
Öğle vakti, Bediüzzaman'ın gönlünü
alayım, Ak Camiye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle ÜSTADIN KOĞUŞUNA GİDER. KOĞUŞ PENCERESİNDEN BAKAR Kİ, BEDİÜZZAMAN
İÇERİDE YOK! HEMEN JANDARMAYA SORAR. "İÇERİDE İDİ; HEM, KAPI KİLİTLİ"
CEVABINI ALIR.
DERHAL
CAMİYE KOŞAR. BEDİÜZZAMAN'IN İLERİDE, BİRİNCİ SAFTA, SAĞ TARAFTA NAMAZ
KILDIĞINI GÖRÜR. NAMAZIN SONLARINDA BEDİÜZZAMAN'I YERİNDE GÖREMEYİP, HEMEN
HAPİSHANEYE DÖNER; HAZRET-İ ÜSTADIN "ALLAHÜ EKBER" DİYEREK SECDEYE
KAPANDIĞINI HAYRETLER İÇERİSİNDE GÖRÜR. (Bu hadíseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü
anlatmıştır.)
BEDİÜZZAMAN
TECRİDDEYKEN AYNI VAKİTTE ÇARŞIDA GÖRÜLMESİ
Bediüzzaman hapiste iken, birgün o
zamanın Eskişehir müdde-i umûmisi (savcısı) Üstadı çarşıda görür. Hayret ve
taaccüble (şaşkınlıkla) ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane
müdürüne: "Ne için Bediüzzaman'ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm."
Müdür de: "Hayır, efendim. Bediüzzaman hapishanede, hatta tecriddedir;
bakınız" diye cevap verir. (Tarihçe-i Hayat, s.192)
DEMİR KELEPÇELERİN BEDİÜZZAMAN NAMAZ KILMAK İSTEDİĞİNDE AÇILMASI
"Molla Said elleri bağlı, muhafız
nezaretinde Bitlis'e nakledildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti
gelir. Namaz kılmak için, kelepçelerin açılmasını jandarmalara ihtar eder.
Jandarmalar kabul etmeyince, demir kelepçeleri bir mendil gibi açarak önlerine
atar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip (keramet olarak düşünüp) hayretler
içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile: Biz şimdiye kadar
muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler. Bir gün Bediüzzaman'a
soruldu: Kelepçeyi nasıl açtın? Dedi: Ben de bilmem. Fakat olsa olsa namazın
kerametidir. (Tarihçe-i Hayat, s.42)
DAĞ BAŞINDA TAM İHTİYACI
VARKEN EKMEK BULMASI
Süleyman isminde mübarek bir misafirim
vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günü idi dedim
ona: Git ekmek getir. İki saat, her tarafımızda kimse yok ki, oradan ekmek
alınsın. "Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu
ediyorum" dedi. Ben de dedim: "kal". Sonra hiç ilgisi olmadığı
halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık.
İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim:
"Kardeşim, bir parça çay yap." O ona başladı, ben de derin bir dereye
bakar bir katran ağacı altında oturdum. Üzülerek şöyle düşündüm ki: Küflenmiş
bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız
ve bu temiz kalpli adama ne diyeceğim? diye düşünmede iken, birden bire başım
çevrilir gibi başımı çevirdim, gördüm ki: Koca bir ekmek, katran ağacının
üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: "Süleyman müjde! Cenab-ı Hak
bize rızık verdi." O ekmeği aldık, bakıyoruz ki kuşlar ve vahşi hayvanlar
hiçbiri ilişmemiş. Yirmi-otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek,
ikimize iki gün kâfi geldi. Bir yerden, bitmek üzere iken, dört sene sâdık bir
dostum olan müstakîm (temiz, doğru) Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi. (Tarihçe-i
Hayat, s.249-251)
İÇİNDEN
GEÇİRDİKLERİNİN ANINDA GERÇEKLEŞMESİ - "NİS'DEN GELEN KİTAP VE KONUŞMAK
İSTEDİĞİ ADAMIN KAPISINA GELMESİ"
İkinci misal: Gayet küçük ve lâtîf,
bugünlerde vaki olan meseleyi söyleyeceğim. Şöyle ki: Fecirden evvel hatırıma
geldi ki; bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler
söylenilmişti; keşke dedim onu görseydim, kalbindeki dağdağayı (ızdırabı,
telaşı) izale (giderebilseydim) etseydim. Aynı dakikada, Nis'e (Eğirdir
ilçesinin sahilinde bir ada- Üstad Barla'ya bu adadan kayıkla götürülüyormuş)
gitmiş bir parça kitabım bana lâzım idi; keşke elime geçseydi dedim. Sabah
namazından sonra oturdum; baktım aynı zat, o kitab parçası elinde olduğu halde
içeri girdi. Ona dedim: "Senin elindeki nedir?" Dedi:
"Bilmiyorum, kapının önünde Nis'ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de
size getirdim." FesübhanAllah dedim; böyle bir vakitte bu adamın evinden
çıkıp gelmesi ve şu Söz'ün Nis'den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle
bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen,
elbette Kur'an-ı Hakîm'in himmetidir diyerek, Elhamdülillah dedim; benim en
küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi (gizli kalbi arzumu) bilen birisi,
elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanın minnetini
beş paraya almam..." (Mektubat, Sayfa 341)
ABDÜLHAMİD'İN TAHTAN İNDİRİLECEĞİ
VE BÜYÜK OSMANLI HİLAFETİNİN SON BULACAĞI TARİHİ BİLMESİ
OTUZ BİRİNCİ MEKTUBUN OTUZ BİRİNCİ
LEM'ASININ OTUZ BİR MESELESİNDEN BİR MESELEDİR
Bir tek cümle olan kısacık bu hadisin
beş lem'a-i i'caziyesine dair bir nüktedir. Buraya bir münasebetle girmiş.
"Benden sonra hilafet otuz
senedir." hadis-i şerifin ihbar-ı gaybî nev'inden tarihçe musaddak beş
lem'a-i i'caziyesi vardır.
Birincisi: Hulefâ-yı Râşidînin
hilâfetleri ile Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın altı aylık hilâfetinin
müddeti otuz sene (30) olacağını ihbardır. Aynen çıkmış.
İkincisi: Otuz senelik halifeleri olan
Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i
Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh'ın ebcedî ve cifrî hesapları
bin üç yüz yirmi altı (Rumi 1326) (Miladi 1909) eder ki, o tarihten sonra
şerait-i hilafet daha takarrür etmedi. HİLÂFET-İ
ÂLİYE-İ OSMANİYE BİTTİ. ... (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 123)
Üstad bu tespitiyle 2. Abdülhamit'in
tahttan indirilme tarihi olan 1909 yılına dikkat çekmiş, dolayısıyla da büyük
Osmanlı hilafetinin son bulacağı tarihi çok açık bir şekilde ifade etmiştir.
1971 OLAYLARINI HABER
VERMESİ
Bu sûreye (Felak Suresi) ait bir
nükte-i i'câziyenin haşiyesidir.
FELAK SURESİ
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
113/1- De ki: Sabahın Rabbine
sığınırım. (1)
113/2- Yarattığı şeylerin
şerrinden,(2)
113/3- Karanlığı çöktüğü zaman gecenin
şerrinden,(3)
113/4- Düğümlere üfüren-kadınların
şerrinden,(4)
113/5- Ve hased ettiği zaman,
hasetçinin şerrinden.
"Nasıl, bu sure beş cümlesinden
dört cümlesi ile bu asrımızın dört büyük şerli inkılaplarına ve fırtınalarına
mana-i işari ile bakar; aynen öyle de, dört defa tekraren Min Şerri (şeddesiz)-
şerrinden kelimesiyle alem-i İslamca en dehşetli olan Cengiz ve Hulagü
fitnesinin ve Abbasi devletlerinin inkıraz (dağılıp, yok olma) zamanının asrına
dört defa mana-i işari ile ve makam-ı cıfri eli bakar ve parmak basar.
Evet şeddesiz şerri beş yüz (500)
eder; min doksandır (90). İstikbale bakan çok ayetler hem bu asrımıza, hem o
asırlara işaret etmeleri cihetinde, istikbalden haber veren İmam-ı Ali (r.a.)
ve Gavs-ı Azam (k.s.) dahi, aynen hem bu asrımızda, hem o asra bakıp haber
vermişler.
Ğasikin iza vekab (Karanlık çöktüğünde
geceden) kelimeleri bu zamana değil, belki gecenin karanlığı bin yüz altmış bir
(1161) ve çöktüğünde sekiz yüz on (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddi
manevi şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuz yüz yetmiş bir
(1971) olur. O TARİHTE DEHŞETLİ BİR
ŞERDEN HABER VERİR. YİRMİ SENE SONRA ŞİMDİKİ TOHUMLARIN MAHSULÜ ISLAH OLMAZSA,
ELBETTE TOKATLARI DEHŞETLİ OLACAK." (Şualar, On Birinci Şua, s.
421-422)
Ğasikin iza vekab (karanlık çöktüğü
zaman): ebced değeri 1971
Cengizhan'ın doğum ve ölüm tarihleri
1162–1227
Bediüzzaman Şualar risalesini
1936-1949 yılları arasında yazmıştır. Dolayısıyla Üstad, 1971 YILINDA MEYDANA GELECEK SOSYAL OLAYLARI YAKLAŞIK 35 YIL ÖNCESİNDEN
HABER VERMİŞ VE SÖYLEDİKLERİ TEK TEK GERÇEKLEŞMİŞTİR.
AVRUPA BİRLİĞİ'NİN OLUŞACAĞINI HABER VERMESİ
VE SONRASINDA İSLAM AHLAKININ HAKİMİYETİNİ MÜJDELEMESİ
O vakit Eski Said demiş: "OSMANLI HÜKÛMETİ AVRUPA İLE
HÂMİLEDİR. AVRUPA GİBİ BİR HÜKÛMETİ DOĞURACAK. AVRUPA DA İSLÂMİYETE HÂMİLEDİR;
O DA BİR İSLÂM DEVLETİ DOĞURACAK," Şeyh Bâhid'e söylemiş. O allâme zât
demiş: "Ben de tasdik ediyorum." (Münazarat, sf. 147)
Bediüzzaman 1911 yılında hazırladığı
Münazarat adlı eserinde 46 yıl sonrasında temelleri atılacak olan Avrupa
Birliği oluşumunu haber vermiştir. (Emirdağ Lahikası, sf. 499)
Bediüzzaman, Avrupa Birliği'ni haber
verirken aynı zamanda ahir zamanda İslam ahlakının hakimiyetini de
müjdelemiştir. Bediüzzaman'ın bu müjdeyi bildirdiği diğer bazı sözleri de
şöyledir:
Bizim muradımız, medeniyetin mehasini
ve beşere menfaati bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları,
seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip
taklit edip, malımızı harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe
edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki
dehşetli tokat yeyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki,
yeryüzünü kanla bulaştırdı. İNŞAALLAH,
İSTİKBALDEKİ İSLÂMİYETİN KUVVETİYLE, MEDENİYETİN MEHASİNİ GALEBE EDECEK, ZEMİN
YÜZÜNÜ PİSLİKLERDEN TEMİZLEYECEK, SULH-U UMUMÎYİ DE TEMİN EDECEK. (Müellif-i
muhteremi sonradan ilâve etmiştir.) (Sünuhat, sf. 58, haşiye)
"Şark husumeti, İslâm inkişafını
boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin
inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı." Birden o meclisten tasdik
emareleri tezahür etti. Dediler: "EVET,
ÜMİTVAR OLUNUZ. ŞU İSTİKBAL İNKILÂBI İÇİNDE, EN YÜKSEK GÜR SADA İSLÂMIN SADASI
OLACAKTIR!" (Sünuhat, sf. 62)
Bununla beraber imanın mahiyetindeki
hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat,
uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir. BİRGÜN OLUR ELBETTE DOĞAR ŞEMS-İ HAKİKAT
HİÇ BÖYLE MÜEBBED Mİ KALIR ZULMET-İ ÂLEM? (Sünuhat, sf. 73)
GELECEKTEKİ BAZI OLAYLARI ALLAH'IN KENDİSİNE
SİNEMA PERDESİ GİBİ SEYRETTİRDİĞİNE DAİR BEDİÜZZAMAN’IN AÇIK İZAHI
"1926 senesinde, İdris Köşkü
Caddesi'ndeki, yine İdris-i Bitlisi Çeşmesi'nin karşısındaki evde dünyaya
gelmişim. Babam merhum Vanlı Fakih İsa Cafer (1876-1963) Efendiydi. Pederim de
Hizan'da dünyaya gelmişti. Daha çok gençken, Sultan Abdülhamid zamanında on
beş-yirmi yaşlarında buraya, İstanbul'a tahsile gelmişti. Üstad Bediüzzaman'ı
tâ Hizan ve Van'dan tanıyordu. Üstad Bediüzzaman'ın gıyabında evimizde bizlere,
onun ilminden ve kahramanlığından sitayişle bahisler açardı. Üstad için 'Molla
Said' ifadesini kullanırdı. "Üstad Bediüzzaman Rus esaretinden geldiği
zamanlarda Eyüp'te bir müddet kalmıştı. Hatta İdris-i Bitlisi'nin hanımının adıyla
anılan Zeyneb Hatun Camiinde bir Ramazan'da itikafta kalmıştı.
"Birgün, zannediyorum 1952 veya
53 senelerindeydi. Ben yalnız başıma evimizden çıkıp İdris-i Bitlisi'nin
hanımının adıyla anılan Zeyneb Hatun Camii'ne doğru gidiyordum. Sokağın başında
karşıma üç kişi çıktı. Bunların ikisi genç ve kıravatlıydı. Talebe oldukları
belliydi. Üçüncü zat, cübbeli ve dar şalvarlı birisiydi. Ben bu zatlara selam
verdim. Bu zat heybetli bir şekildeydi. Selam verince de zaten bakışlarıyla
heybetini göstermişti. Gençler yirmi-yirmi sekiz yaşlarını gösteriyorlardı.
Temiz kıyafetliydi ve üniversiteli oldukları anlaşılıyordu. Bu heybetli zat
bana selam verdi ve 'Sen kimin oğlusun?' diye sordu. Ben hiç cevap vermeyerek,
hemen eve koştum. Babamı çağırdım, 'Baba, baba, bir muhterem zat seni soruyor'
dedim. Babam, 'Bu zat bizim Molla Said Efendi olmasın?' dedi. 'Bilmiyorum'
dedim. Babam ise kapıdan çıkarak, bu zatları karşılamak için koştu. Bize doğru
on beş-yirmi adım kadar gelmişlerdi. Babam tanıdı ve hemen Üstad'ın ellerine
kapandı, ellerini öpmek istedi, Üstad elini çekti ve öptürmedi. Yürüyerek
mezarlığın başına kadar gittiler. Üstad Bediüzzaman, uzun bir ağacın yanındaki
yuvarlak bir taşın üzerine varıp oturdu.
"Merhum babam da Üstadın yanına
oturdu, diğer genç üniversiteliler de oraya oturdular. Ben ise arkada ve ayakta
durarak konuşmalarını dinlemeye çalışıyordum. Bazen Kürtçe konuşuyorlardı. Ben
o zaman konuşmalarını anlayamıyordum. Türkçe konuştukları zaman ben de
anlıyordum. Galiba babam Üstada bir şey söyledi. Üstad ona cevaben: 'HİÇ ÜZÜLMEYE DEĞMEZ. BEN ŞİMDİKİ BU
HALLERİ, BUGÜNÜN BÖYLE OLACAĞINI, SENELER EVVEL GÖRMÜŞTÜM. HANİ ŞİMDİ SİNEMA
DİYORLAR YA, BUNUN BEN BÖYLE OLACAĞINI, AYNEN BU TAŞIN ÜZERİNE OTURMUŞTUM VE
AŞAĞIDAKİ DENİZİ SEYREDİYORDUM, SİNEMA PERDELERİ GİBİ BUGÜNLER GÖZLERİMİN
ÖNÜNDEN GELİP GEÇMİŞTİ.'
"Bu bahisten sonra Üstad'la babam
yine Kürtçe konuşmaya başladılar. Bu yuvarlak taşın üzerinde on beş dakika
kadar oturdular. Oradan kalkarak babamla vedalaştılar ve ayrıldılar. Üstad
Bediüzzaman Eyüb'e doğru yürüyüp gitti. Biz babamla eve dönerken, ben babama
sormaya başlamıştım. Babam bana 'Bu zat benim sana daima bahsini ettiğim Molla
Said dediğim zattır, Bediüzzaman'dır.'
KAYNAK: (Son Şahitler adlı eserin,
dördüncü cildinden derlenmiştir.)
HANIM ÖĞRENCİLERİN ELLİ YIL
SONRAKİ HALLERİNİ GÖRMESİ
"Bir zaman, Eskişehir
hapishanesinin penceresinde bir cumhuriyet bayramında oturmuştum. Karşısındaki
lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. BİRDEN MANEVÎ BİR SİNEMA İLE ELLİ SENE
SONRAKİ VAZİYETLERİ BANA GÖRÜNDÜ. VE GÖRDÜM Kİ: O ELLİ-ALTMIŞ KIZLARDAN VE
TALEBELERDEN KIRK-ELLİSİ KABİRDE TOPRAK OLUYORLAR, AZAB ÇEKİYORLAR. VE ON
TANESİ, YETMİŞ-SEKSEN YAŞINDA ÇİRKİNLEŞMİŞ, GENÇLİĞİNDE İFFETİNİ MUHAFAZA
ETMEDİĞİNDEN SEVMEK BEKLEDİĞİ NAZARLARDAN NEFRET GÖRÜYORLAR.. kat'î
müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım
arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni
kendi halime bırakınız, gidiniz." (Şuâlar, s. 198)
BEDİÜZZAMAN SAİD
NURSİ’NİN GECE GÖRDÜĞÜ RÜYALAR GÜNDÜZ AYNEN ÇIKIYORDU
Rüya-yı
sadıka benim için hakkalyakin (mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir
surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali.) Derecesine gelmiş ve pek çok tecrübâtımla kader-i
ilâhînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i kàtı' hükmüne geçmiştir. EVET, BU RÜYALAR, BENİM İÇİN, HUSUSAN BU
BİRKAÇ SENE ZARFINDA O DERECEYE GELMİŞTİR Kİ, MESELÂ YARIN BAŞIMA GELECEK EN
KÜÇÜK HADİSAT VE EN EHEMMİYETSİZ MUAMELÂT VE HATTÂ EN ÂDİ MUHAVERAT YAZILI
OLDUĞUNU VE DAHA GELMEDEN MUAYYEN OLDUĞUNU; VE GECEDE ONLARI GÖRMEKLE, DİLİMLE
DEĞİL, GÖZÜMLE OKUDUĞUM BANA KATÎ OLMUŞTUR. BİR DEĞİL, YÜZ DEĞİL, BELKİ BİN
DEFA, GECEDE, HİÇ DÜŞÜNMEDİĞİM HALDE GÖRDÜĞÜM BAZI ADAMLAR VEYAHUT SÖYLEDİĞİM
MESELELER, O GECENİN GÜNDÜZÜNDE, AZ BİR TABİRLE AYNEN ÇIKIYOR. Demek, en
cüz'î hadisat (en küçük bir olay) vukua gelmeden (meydana gelmeden) evvel hem
mukayyettir (kayıtlıdır), hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok; hadisat (olaylar)
başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir. (Mektubat, s. 372)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
GELECEĞE DAİR ÇOK HABER ALIYORDU ANCAK BUNLARIN BİR KISMINI AKTARMASINA İZİN
VERİLMEMİŞTİR
BU
MAKAMDA PERDE İNDİ. YAZMAYA İZİN VERİLMEDİ. Başka zamana te'hir edildi (ertelendi). (Şualar, s.266)
Mânevî ve ehemmiyetli bir cânibden
(yönden), şimdiki zelzele münâsebetiyle altı yedi cüz'î suâle karşı, YİNE MÂNEVÎ İHTAR (UYARI) YARDIMIYLA
CEVAPLARI KALBE GELDİ. TAFSİLEN (UZUN UZADIYA) YAZMAK KAÇ DEFA NİYET ETTİMSE DE
İZİN VERİLMEDİ. YALNIZ İCMALEN
(ÖZLÜCE) KISACIK YAZILACAK. (Sözler,
s.178)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ ÖLECEĞİ TARİHİ VE
MEZARININ YIKILACAĞINI BİLİYORDU
Bediüzzaman öleceği tarihi, ölümünden
bir süre sonra kendi mezarının yıkılacağını ve ayrıca bu olayın 1921 yılında
gerçekleşeceğini "Eddai" isimli şiirinde detaylı olarak bildirmiştir.
(Sözler, s. 635)
Bediüzzamanın yazdığı şiirin adı olan
eddai kelimesinin EBCEDİ : 86'DIR. ÜSTAD DA 86 YAŞINDA VEFAT
ETMİŞTİR.
EDDÂİ
Yıkılmış
bir mezarım ki,
yığılmıştır içinde
Said'den YETMİŞ DOKUZ emvat (ölüler)
bâ-âsam (günahlar ile) âlâma (elemler). (BEDİÜZZAMAN, HİCRİ 1379'DA VEFAT
ETMİŞTİR.)
SEKSENİNCİ OLMUŞTUR, mezara bir mezar taş. (HİCRİ 1380'DE MEZARI YIKILMIŞTIR.)
Beraber ağlıyor hüsrân-ı İslâm'a.
(sıkıntı çeken İslama)
Mezar taşımla pür-emvat (ceset dolu)
enindar (inleyen) o mezârımla
Revânım sâha-i ukba-yı ferdâma.
(yürüyorum gelecek olan ahiret hayatıma)
Yakinim var ki (kesinlikle eminim ki):
İstikbal semâvatı zemin-i Asya (Asya Kıtası, geleceğin aydınlığı)
Bâhem (beraber) olur teslim, yed-i
beyza-yı İslâm'a. (İslam'ın aydınlık ve dost eline birlikte teslim olur,)
Zira yemin-i yümn-i imandır (çünkü
İmandan gelen kuvvet ve bereket)
Verir emn-ü eman ile enâma (İnsanlara
güven ve huzur verir)...
Said
Nursi, bu şiirinde, YETMİŞ DOKUZ EMVAT ifadesi ile Hicri 1379 yılına işaret etmektedir. Üstad bu
tarihte vefat etmiştir.
Yine
şiirinde "SEKSENİNCİ
OLMUŞTUR mezara bir mezar taş"
ifadesiyle belirttiği gibi, ölümünden bir süre sonra, yani HİCRİ 1380 YILINDA MEZARI YIKILMIŞ VE MÜBAREK
BEDENİ BAŞKA BİR YERE NAKLEDİLMİŞTİR.
Üstad,
Eddai'yi 1918-1920 yılları arasında yazmış yani vefatından YAKLAŞIK 40 SENE ÖNCESİNDEN KENDİ VEFAT VAKTİNİ
ALLAH’IN İZNİ VE RAHMETİYLE BİLDİRMİŞTİR.
Barla Lahikasında sayfa 186'da
talebesi Hafi Ali ağabeyin bir mektubunda,
(... ÖYLE DE 14. ASRIN HADİM-İ KUR'ANI DA
DOKUZ YAŞINDAN ALTMIŞ YAŞINA
KADAR BİLA-İSTİSNA DOĞRUDAN DOĞRUYA KUR'AN NAMINA HİZMET ...) ifadesi geçmektedir. Ve bu mektup
yazıldığında Üstad Hazretleri 60 yaşındadır. Ve o tarihte AYNI MEKTUBUN
"ALTMIŞ" İFADESİNİN ÜZERİNE ÜSTAD HAZRETLERİ KENDİ EL YAZISIYLA
"SEKSENALTI" İFADESİNİ EKLEMİŞTİR. Yani hem SEKSENALTI
YAŞINA KADAR YAŞAYACAĞINI HEM DE KUR'AN NAMINA HİZMET EDECEĞİNİ vefatından
26 sene önce haber vermektedir.