14 Ocak 2014 Salı

KURAN'DAN CEVAPLAR

 İSLAM'DA KADIN İLE ERKEK EŞİTTİR

 Allah katında, değer ve üstünlük ölçüsü, bir insanın kadın ya da erkek olması değil, iman etmiş olması ve salih amellerde bulunmasıdır. İslam'ın hükümlerinden ve Allah'ın emirlerinin eksiksiz olarak yerine getirilmesinden hiçbir ayrım yapılmaksızın herkes sorumludur. Kuran'da kadın olsun, erkek olsun her insanın yaptığı işin karşılığını aynı şekilde alacağı haber verilir:

           Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır. (Nisa Suresi, 124)
           …kim de -erkek olsun, dişi olsun- bir mü’min olarak salih bir amelde bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız olarak rızıklandırılmak üzere cennete girerler.” (Mümin Suresi, 40)
           Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
          
  Müslüman Rabbimiz’in bu ayetlerini okuduktan sonra hayata geçirir ve işte o zaman genç-yaşlı, kadın-erkek, fakir-zengin, beyaz-siyah olması önemli olmaz. Tek gerçek salih Müslüman olmasıdır. Allah’a boyun eğmiş, gönülden katıksızca Rabbi’ne yönelmiş ihlas sahibi bir kul olması.
  Allah Kuran'ın pek çok ayeti ile kadını ve kadın haklarını koruma altına almış, cahiliye toplumlarında kadınlara olan yanlış bakış açısını ortadan kaldırmış, kadına toplum içerisinde saygın bir yer kazandırmıştır. Kuran ayetleriyle insanlara Allah Katında üstünlük ölçüsünün cinsiyet değil, Allah korkusu, iman, güzel ahlak, ihlas ve takva olduğu bildirilmiştir. Tüm bunlar Rabbimiz'in kadınlar üzerindeki benzersiz lütfunun birer delilidir:

"Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat Suresi, 13)
 Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim' indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)

Bir başka ayette ise Allah, "…Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, Benden korkup-sakının." (Bakara Suresi, 197) şeklinde buyurarak, insanlara elde edebilecekleri en hayırlı özelliğin takva olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla kişiyi hem dünyada hem de Allah Katında asıl olarak değerli hale getirecek ve üstünlük kazandıracak olan 'takva' olmalıdır. Allah Kuran'da "Gerçek şu ki, sadaka veren erkekler ile sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir borç verenler; onlar için kat kat artırılır ve 'kerim (üstün ve onurlu)' olan ecir de onlarındır." (Hadid Suresi, 18) şeklinde buyurmaktadır. Bu ayet ile hem erkeklere hem de kadınlara, asıl üstün ve onurlu olan karşılığın Allah'ın bildirdiği ahlakı yaşamakla kazanılacağı hatırlatılmaktadır. Kadın ve erkek elbette ki fiziksel anlamda birbirlerinden farklı yapılara sahiptirler. Ancak bu bir üstünlük sebebi değildir. Allah bir başka ayette de, kimi insanlar arasında bir üstünlük unsuru haline gelmiş olan zenginlik yerine, Allah'ın fazlını istemenin daha makbul olduğunu şöyle bildirmektedir:

Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi (malı) temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır. Allah'tan onun fazlını (ihsanını) isteyin. Gerçekten, Allah herşeyi bilendir. (Nisa Suresi, 32)

            Bir ayette mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dilenmesi emredilmektedir:

           Şu halde bil; gerçekten, Allah’tan başka ilah yoktur. Hem kendi günahın, hem mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret dile. Allah, sizin dönüp-dolaşacağınız yeri bilir, konaklama yerinizi de. (Muhammed Suresi, 19)

Allah kadınların toplum içerisinde korunup kollanmaları, hak ettikleri saygı ve sevgiyi görmeleri için toplumsal alanda alınması gereken tedbirleri Kuran ayetleri ile bizlere bildirmiştir. Alınan tüm bu tedbirler, kadınların lehinedir. Ve bunların bir hikmeti de, kadınların zarara uğramalarını, ezilip yıpratılmalarını önlemektir.
İslam ahlakına göre, asıl önemli olan bir insanın kadın ya da erkek olması değil, Allah'a derin bir iman ve Allah korkusuyla bağlanmış olmasıdır. Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uyması, Kuran ahlakını en güzel şekilde yaşamaya çalışmasıdır. Allah Katında asıl değer görecek olan kişinin bu özellikleri olacaktır. Allah Kuran'da kadın olsun erkek olsun iman eden bir kimsenin sahip olması gereken özellikleri şöyle açıklamıştır:

Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)

Allah'ın ayette bildirdiği gibi, mümin kadınlar ve mümin erkekler Allah'a ibadet etmekle, Kuran ahlakını yaşamakla, insanlara iyiliği emredip, kötülüğü engellemekle ve Kuran'da bildirilen tüm emir ve tavsiyelere uymakla yükümlüdürler. Allah Kendisi'nden korkup sakınan her insana, kadın ya da erkek ayrımı olmaksızın, 'doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış' (Enfal Suresi, 29) vereceğini vaat etmiştir. Samimiyetine, ihlasına ve imanına karşılık, Allah bir insana hayatın her alanında kendisini doğru yola ulaştıracak, doğru kararlar almasını ve isabetli tavırlarda bulunmasını sağlayacak akıl, feraset ve basiret vermektedir. Dolayısıyla akıl, kişinin cinsiyetine göre değil, tümüyle Allah'a olan samimi bağlılığına, yakınlığına ve korkusuna göre gelişmektedir.
İmanın kendisine kazandırdığı akıl ile hareket eden her insan, kadın olsun erkek olsun, hayata dair her konuda başarı elde edebilir, pek çok insana göre öne de geçebilir. Bu tümüyle kişinin, isteğine, şevkine ve azmine bağlıdır. İman edenler İslam ahlakının bir gereği olarak, kendilerini hiçbir zaman hiçbir konuda yeterli görmezler. Daima daha akıllı, daha yetenekli, daha sorumluluk sahibi, daha kişilikli, daha güzel ahlaklı insanlar olabilmek için çaba harcarlar. Kendilerini her konuda güçlerinin yettiği oranda geliştirmeye çalışırlar. Allah, iman edenlerin, çevrelerindeki tüm insanlara örnek olabilecek bir karaktere sahip olabilmek için Kendisi'ne dua ettiklerini bildirmektedir:

Ve onlar: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl," diyenlerdir. (Furkan Suresi, 74)

Hayatı boyunca her konuda elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan ve kişiliğiyle, ahlakıyla ve çabasıyla tüm insanlara örnek olmaya gayret eden mümin bir kadın, -Allah'ın izniyle- toplum içerisinde de üstün bir konuma gelir. Üstlendiği her türlü sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirir, en doğru kararları alır, en güzel çözümleri ve en akılcı tedbirleri üretir.
Bir kimsenin dış görünümü istediği kadar mükemmel olsun, bir insan Kuran ahlakına dayalı bir akıl yaşamıyorsa gerçek anlamda etkili olmaz. Ama akıllı, davranışları tutarlı, her kararında isabetli bir Müslüman herkesin güvenini kazanır. İşte bu noktada kadın erkek demeden yönetici vasfını da kazanmış olur. Bu özelliklere sahip Müslüman bir kadın ve erkek de öncelikle tüm insanlar tarafından aklına, vicdanına, fikirlerine saygı duyulan bir kişi olur.
Ayrıca cesur ve atak olur. Allah’a güvenden kaynaklanan tutarlı ve emin bir kişiliği olur. Kararları net ve akılcıdır. Bu da hata yapmasını engeller. Sahip olduğu Allah korkusu vicdanını güçlü olarak kullanmasını sağlar ve Allah’a olan tutkulu aşkından dolayı Allah’ın tecellilerine karşı şiddetli şefkat ve merhamet ile yaklaşır ve güçlü bir koruyuculuk hissine sahip olur.
            Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır... (Nisa Suresi, 135)
  Ayetlerde görüldüğü gibi, İslam ahlakında kadın ile erkeğin toplumdaki yeri tamamen eşittir. Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz kadın ile erkek arasında ayırım yapan tüm cahiliye inanışlarını Kuran ayetleriyle ortadan kaldırmış, kadına hak ettiği değerin verilmesini emretmiştir. Kadın ya da erkek olsun, bu tamamen kişinin Allah'a olan imanının gücü doğrultusunda, ahlakıyla, kişiliğiyle ve üstlendiği sorumluluklarla ön plana çıkmasına bağlıdır. Bu nedenle de İslam ahlakını benimseyen kadınlar için, erkeklere yönelik bir eşitlik mücadelesi değil, bunun yerine 'hayırlarda yarışma' ahlakı söz konusudur. Hayırlarda yarışmak, iman edenlerin, yaşamlarının her anında Allah'ın rızasını kazanabilmek için ellerinden gelen çabanın en fazlasını göstermeleridir. Bu amaçları doğrultusunda, Allah'ın en sevdiği, en razı olduğu ve Allah'a en yakın kişi olabilmek için hayırlarda yarışırlar. Ancak bu yarış, tümüyle Rahmani bir yarıştır. Allah müminleri dünyada ve ahirette öne geçiren özelliğin bu yönde gösterdikleri çaba olduğunu Kuran'da şöyle bildirmektedir:

İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)
Sonra Kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi, 32)

  Kuran ahlakının yaşanmadığı toplumlarda kadınlara hala ikinci sınıf insan muamelesi yapılırken, Allah kadınları korumakta, şan ve şereflerini vermektedir. Sonuç itibari ile, Kuran’a göre bir insanın kadın mı erkek mi olduğu değil, salih bir Müslüman olup olmadığı önemlidir.

          
            PEYGAMBER EFEN­Dİ­MİZ (SAV)'İN KADINLAR HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ

            "Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zira kadın kısmı kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır. Eğri kemiği doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi haline bırakırsan, yine eğri kalır. Öyleyse kadınlar hakkındaki tavsiyemi tutunuz." (Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn-i Mace)
            "Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hep seni hoşnut edecek şekilde davranamaz. Eğer ondan faydalanmak istersen bu haliyle de faydalanabilirsin. Şayet doğrultayım dersen kırarsın. Kadının kırılması da boşanmasıdır." (Müslim)
            "Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir
 başka huyunu beğenir." (Müslim)
   Muâviye İbni Hayde radıyallahu anh şöyle dedi:
            - Ya Resulallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu:
            -"Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse, bu işi sadece evde yapmaktır." (Ebu Davud, İbn-i Mace)
            "Mü'minlerin iman bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır."  (Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace)


  "Dünya geçici bir faydadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı dindar kadındır." (Müslim, Nesai, İbn-i Mace)



GÜNAHLARIN KARŞILIĞI NEDEN HEMEN VERİLMEMEKTEDİR?

  Dünyada yapılan hataların karşılığının hemen verilmemesi insanı hiçbir şekilde aldatmamalı ve gevşekliğe sürüklememelidir. Çünkü Allah insanlara belirli bir süre vermekte ve böylece onların nasıl bir tavır göstereceklerini denemektedir. Güzel davranışta bulunanlara cennet hayatını, kötülük yapanlara da cehennem hayatını vaat etmektedir. İşte böyle bir durumda yaptığı hatanın karşılığını hemen almayan bir insanın kesinlikle buna aldanmaması gerekir. Aksine Allah'ın şefkatinden, merhametinden dolayı kendisine zaman tanıdığını görmeli ve bu durumu tevbe edip, içinde bulunduğu hatayı düzeltmek için bir fırsat olarak değerlendirmelidir.
  Allah'ın vereceği cezanın ertelenmiş olması insanları yanıltır. Eğer Allah yapılan her vicdansızlığın karşılığını anında verseydi, insanlar bir kez karşılık aldıktan sonra bir daha vicdansızlık yapamazlardı. Ancak cezanın ertelenmiş olması insanların hakka uyup uymadıklarının ortaya çıkmasını sağlamakta ve deneme ortamı böylelikle oluşturulmaktadır. Ayetlerde şöyle buyrulur:

 "EĞER ALLAH, KAZANDIKLARI DOLAYISIYLA İNSANLARI (AZAB İLE) YAKALAYIVERECEK OLSAYDI, (YERİN) SIRTI ÜZERİNDE HİÇBİR CANLIYI BIRAKMAZDI, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir." (Fatır Suresi, 45)

  EĞER ALLAH, İNSANLARI ZULÜMLERİ NEDENİYLE SORGUYA ÇEKECEK OLSAYDI, ONUN ÜSTÜNDE (YERYÜZÜNDE) CANLILARDAN HİÇBİR ŞEY BIRAKMAZDI; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)

  İnkarcıların kendilerine tayin edilen süre dolana dek ahiretteki cezaları ertelenir. Öyle ki cehenneme girdiklerinde öne sürebilecekleri hiçbir mazeretleri kalmasın. İnkarlarında kararlı olanlara, kötülüklerini ellerinden geldiği kadar sergileyebilecekleri fırsatlar verilir. Böylelikle kendileri için, cehennemde tam layık oldukları karşılığa kavuşmalarına yetecek kadar delil toplanmış olur. Ayetlerde şöyle buyrulur:

  O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak GÜNAHLARI DAHA DA ARTSIN, DİYE SÜRE VERMEKTEYİZ. Onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)


  (Ey Muhammed,) Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, ONLARI YALNIZCA GÖZLERİN DEHŞETLE BELİRECEĞİ BİR GÜNE ERTELEMEKTEDİR. Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp-çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur. (İbrahim Suresi, 42-43)



KADER KONUSUNDAKİ YANILGILARA CEVAP


Bazı kimseler "Allah insanların cehenneme gideceğini biliyor ve herşeye gücü yetiyorsa o zaman insanları yaratmayıp cehennemde azap çektirmemesi gerekir" düşüncesindedir. Bu mantığa göre eğer Allah hak eden insanları cehenneme koysa merhametli olmamış oluyor. Allah'ın herşeyi önceden bilip takdir etmesi demek insanların tavırlarını onlara Kendi isteğiyle yaptırıp sonra insanlara ceza ve mükafat vereceği anlamına gelmez. Böyle bir durum olsaydı o zaman adaletsizlik olurdu. Dolayısıyla Allah'ın herşeyi önceden bilmesi insanın sorumluluğunu kaldırmaz. Çünkü Allah insana hür irade vermiştir. İnsan herşeyi kendi isteğiyle yapmaktadır. İnsanın her yaptığı kendisinin kaderi olmuş olur. Allah’ın her şeyi önceden bilmesine rağmen insanların cehenneme gidecek olması Allah’ın adaletsiz ve merhametsiz olduğunu göstermez. Cehenneme giden insan gerçekten oraya girmeyi hak ettiği için oraya girer. Allah, yarattığı imtihan ve sebepler içinde, insanların kendi tavırlarına şahit olmaları, neden cennete veya neden cehenneme gittiklerini bilmeleri için insanları dünyada yaşatmaktadır. Yani insanlar kendi yaptıklarına hayatları boyunca şahit olacak, ahlaklarını ahiret gününde Kuran ahlakı ile kıyaslayıp neden cenneti veya neden cehennemi hak ettiklerini göreceklerdir. Allah’ın dost olduğunu, sonsuz adaletli, merhametli ve şefkatli olduğunu bilen bir insan, Allah’ın bu yaratışından razı olur. Aklı olmasına rağmen doğru yolu seçmeyen, sonra da “Allah dileseydi insanları yaratıp cehennemde azap çektirmezdi” mantığına sığınmak kişinin ne sorumluluğunu kaldırır ne de kendisine fayda getirir. Allah sonsuz akıl sahibidir. İnsanın aklı sınırlıdır. Sınırlı akla sahip olan insanın sonsuz akla sahip olan Allah’a karşı “neden şöyle yapmıyor” demesi hiçbir anlam ifade etmez. Allah'ın dilediği herşeyde mutlaka bir hikmet vardır. Bu hikmetin bir kısmını insan bilebilir yada hiçbirini bilemeyebilir. İnsanın yapması gereken Allah'ın sonsuz aklına teslim olmasıdır.

Bazı kimselerin yanıldığı konulardan biri de yaşanan herşeyin bir kısmının kaderde, bir kısmının kaderin dışında olduğunu zannetmeleridir. Oysa ki yaşanan herşey kaderin içinde yer alır. Hastalık, kaza, ölüm, evlilik vs. hepsi kaderde yer alır. Bir kimsenin hastalıktan, kazadan veya herhangi bir sebepten dolayı ölmesi o kişinin kaderidir. Allah her ölüme bir sebep kılar. Allah dilese o kimsenin canını başka bir sebepten dolayı alabilirdi veya o kimseyi bir zamana kadar daha yaşatabilirdi. Allah dilediği insanın canını hiçbir sebep olmadan da alabilir. Allah'ın sebeplere ihtiyacı yoktur. O nedenle sadece sebepleri esas alıp değerlendirme yapmak ve Allah'ı yarattığı sebeplerden dolayı adaletsiz görmek yanlıştır.

Madem herşey kaderde hazır olarak yaratılmıştır ve tümünü Allah bilmektedir; bu durumda kişinin nasıl davranması gerekir? İnsan, karşılaştığı olaylar karşısında elinden geldiğince sebeplere sarılacak, tedbir alacak, olayları hayır yönünde yönlendirmek için çalışacak, ama tüm bunların kader içinde gerçekleştiği ve Allah’ın en hayırlısını takdir ettiğinin bilinci ve rahatlığı içinde olacaktır.


ALLAH KENDİ ZATI İÇİN NEDEN "BİZ" HİTABINI KULLANMIŞTIR?

Allah Kuran'ın birçok yerinde Kendi Zatı için "Biz" tabirini kullanmaktadır. Buna örnek birkaç ayet şöyledir: Andolsun, Biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik. Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz, öyle mi? (Bakara Suresi, 87)
 Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir. (Bakara Suresi, 130)
 Akledemeyen bazı kimseler, Kuran'da Allah'ın Kendi Zatı için kulandığı "Biz" hitabının çoğul anlamda kullanıldığını sanarak, kendilerince bu sözcüğün kullanılmasının Allah'tan başka ilah olmamasıyla çelişki gösterdiğini iddia ederler. Böylece kendilerince çok büyük bir gerçeği tespit ettiklerini zannederler. Halbuki, son derece yüzeysel ve cahilce bir yaklaşımdan kaynaklanan bu yanılgının açıklaması çok basittir. Arapça'da "biz" zamiri yalnızca çoğul anlamı vermek için değil, büyüklük, heybet, azamet, yücelik, üstün makam ve mevkiyi vurgulamak amacıyla tekil şahıslar için de kullanılır. Kuran'da Allah için kullanılan "Biz" sözcüğü de bu anlamda kullanılmıştır. "Biz" sözcüğünün Arapça'daki bu kullanımındaki mantık, Türkçe'de ve diğer birçok yabancı dilde "siz" sözcüğünün, çoğunluk belirtmek için değil, karşıdaki bir kişi için nezaket maksadıyla kullanılmasına benzer bir mantıktır. Kuran'ın en önemli ve temel mesajı Allah'tan başka hiçbir ilahın olmadığı ve yalnızca O'na kulluk edilmesi gerektiğidir. Kuran'ın pek çok ayetinde Allah'tan başka ilah olmadığı gerçeği defalarca vurgulanır, bu ayetlerden bazıları şöyledir: Şüphesiz bu, gerçek bir olayın haberidir. Allah'tan başka ilah yoktur. Ve şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 62)
 De ki: "Ben, yalnızca bir uyarıcıyım. Bir olan, kahreden Allah'tan başka bir ilah yoktur." (Sad Suresi, 65)
 Şu halde bil; gerçekten, Allah'tan başka ilah yoktur… (Muhammed Suresi, 19)
 Dolayısıyla, Kuran'ın birçok yerinde Allah'ın Zat'ı için kullanılan "Biz" sözcüğünün çoğul anlamda kullanılmadığı, yüceltmek, saygınlık ve kudsiyet ifade etmek için kullanıldığı açıktır. Gerçekte bu sözcüğün kullanılmasındaki hikmeti anlamak için Arapça'daki bu özel kullanımı bilmeye dahi gerek yoktur. Biraz akletme ve düşünme kabiliyeti olan herkes bu kelimenin seçilmesindeki inceliği kolaylıkla görebilir. Bunu kendilerince bir açmaz, itiraz konusu olarak görenlerin durumu, Kuran ayetleri hakkında tartışanların akıl, kavrayış ve zeka seviyelerinin düşüklüğünü göstermesi açısından önemli bir örnektir.


                             
      ALTI GÜNDE YARATILIŞ KONUSU

 Kuran'ın çeşitli yerlerinde evrenin 6 günde yaratıldığı belirtilmektedir. Yalnızca bir yerde, yaratılışın çeşitli aşamalarından bahsedilirken bu aşamalarla ilgili belirtilen müstakil sürelerin toplamının 8 günü verdiği dikkat çeker. Bu ayetlerdeki çok açık bir mantığı kavrayamayan akılsız kimseler Kuran'ın her yerinde yaratılışın 6 günde olduğunun belirtilmesi ile buradaki ayetlerde bildirilen sürelerin toplamının 8 günü vermesinin güya bir çelişki olduğunu iddia ederler. Ayetler şöyledir: De ki: "Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na birtakım eşler kılıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir."
 Orda (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere ordaki rızıkları dört günde takdir etti.
 Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (İtaat ederek) geldik" dediler.
 Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir. (Fussilet Suresi, 9-12)
 Yukarıdaki ayetlerde bildirilen gün sayıları birbiriyle toplanırsa 8 gün verir. Oysa Yunus Suresi'nin 3. ayetinde ve daha başka ayetlerde yerin, göklerin ve ikisi arasındakilerin 6 günde yaratıldığı belirtilmektedir. Bu durum, konuya hiç aklını yormadan, düşünmeden, dikkatini vermeden yüzeysel bir biçimde yaklaşan bir kimse için anlaşılmaz görünebilir. Zaten üstteki ayetler, Kuran'a, açık arama, çelişki bulma amacıyla yaklaşan pek çok kişinin ilk sırada kullandığı ayetlerdendir. Oysa, söz konusu ayetler dikkatli ve hikmetli bir gözle okunduğunda ortada hiçbir çelişki olmadığı görülür. Ayetlerde verilen sürelere dikkat edildiğinde karşımıza şöyle bir tablo çıkar: - Yeryüzünün yaratılmaya başlamasından, orada rızıkların hazır hale gelmesine yani canlı yaşamına uygun ortamın oluşup, bitkilerin ve hayvanların yaratılmasına kadar geçen zaman 4 gündür. - Bu sürecin başlangıcı olan, yeryüzünün tüm evrenle birlikte oluşmaya başlayıp ana şeklini alması, kısaca dünyanın yaratılması ise bu dört günün ilk 2 gününü kapsar. Yani bu iki gün ilk dört günden ayrı bir zaman zarfı değil, bir sonraki ayette belirtilen dört günün içindeki ilk iki gündür. - 11 ve 12. ayetlerde ise oluşmakta olan göğün 2 gün içinde düzenlenmesi anlatılır. Sonuçta tümü diğer ayetlerde bildirilen 6 güne tamamlanır. Kısaca ayet, bütün evrenin toplam 6 günlük yaratılış sürecinin içindeki, iç içe geçmiş evrelerin her birinin müstakil sürelerini açıklamaktadır. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta ayetlerde geçen "gün" kavramının bildiğimiz 24 saatlik bir gün anlamında değil, farklı evreler, aşamalar anlamında kullanıldığıdır. 



 CENNETTE ŞARAP İÇİLMESİ KONUSU

Bir kısım akılsızların Kuran'da, güya çelişki olarak göstermeye çalıştıkları konulardan biri, şarabın dünyada haram kılındığı halde neden cennette bir ikram olarak sunulduğudur. Tartışma konusu yapmak istedikleri ayet ise şöyledir: Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)
 Daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi, bu tür bir anlayış eksikliği Kuran'ın geneline hakim olmamak, akledememek, art niyetli ve ön yargılı bir bakışa sahip olmaktan kaynaklanmaktadır. Şimdi böyle akılsızca bir iddianın niçin mantıksız ve geçersiz olduğunu birkaç yönden inceleyelim: Birincisi, cennette ikram edilen şarapla dünyadaki şarabın farklı özelliklere sahip olduğunu aşağıdaki ayetlerden anlıyoruz: Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir. (Vakıa Suresi, 18-19)
 Görüldüğü gibi, cennette sunulan içki dünyadaki şarabın olumsuz etki ve özelliklerinden arındırılmış bir içki türüdür. Ayette belirtildiği gibi ne baş ağrısı verir ne de aklı çeler. Yani keyif ve lezzet verici olmasına rağmen sarhoş edici ve rahatsızlık verici bir niteliği yoktur. Bu özelliklere sahip bir şarabın da cennet nimetlerinden bir nimet olmasında en ufak bir çelişki yoktur. Dünyadaki içki pek çok yönden Kuran'da kötülenmiş, olumsuzlukları belirtilmiş zararlı bir içkidir. İçkinin zarar ve kötülüklerini anlatan ayetlerden bazıları şöyledir: Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide Suresi, 90-91)
 Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
 Elbette ki bu dünyada haram kılınan içkinin Kuran'da kınanmış kötü özelliklerinin cennetteki içkilerde bulunması düşünülemez. Nitekim Allah bir başka ayetinde de cennet içkisini tarif ederken bu içkinin dünyadaki içkinin kötü özelliklerine sahip olmadığını bir kez daha vurgulamaktadır: Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır. Bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki). Onda ne bir gaile vardır, ne de kendilerinden geçip, akılları çelinir. (Saffat Suresi, 45-47)
 Allah'ın açıkca belirttiği bu konuyu kendince çelişkili gören bir kimsenin anlayışından şüpheye düşülmesi kaçınılmazdır. Cehalet ve sapkın bir amaçla Kuran'a yaklaşan bir kimsenin aklının bu derece kapanması, en açık konuları dahi anlayamayacak bir acizliğe düşmesi de Kuran'ın mucizelerindendir. Allah bir ayetinde akledemeyenlerin düştüğü bu durumu şöyle tarif eder: Allah'ın izni olmaksızın hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar. (Yunus Suresi, 100)
 İkincisi, Kuran'ın Arapça metninde, bildiğimiz şarap ve her türlü alkollü içki anlamına gelen "hamr" sözcüğünün cennet içkisi anlamında kullanıldığı tek ayet yukarıdaki Muhammed Suresi'nin 15. ayetidir. Bunun dışında, cennetteki içecekler için kullanılan "şarap" kelimesi Arapça'da herhangi bir içecek anlamına gelir. Türkçe'de şarap kelimesi bildiğimiz alkollü içki için kullanılsa da gerçekte Arapça'da içmek anlamına gelen "şerebe" kökünden türemiştir ve her türlü alkolsüz içecek için kullanılabilir. Buradan da cennet içkisinin farklı bir içki olduğu anlaşılmaktadır. Yani Kuran'daki cennet ayetlerinde geçen "şarap" kelimesinin Türkçe'de kullandığımız şarapla bir ilgisi yoktur. Bu kelimenin geçtiği ve içecek anlamında kullanıldığı ayetlerden bazıları şöyledir: İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler. (Sad Suresi, 51)
 Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir şarab içirmiştir. (İnsan Suresi, 21)




    
  ŞARAP KONUSUYLA İLGİLİ BİR DİĞER YANLIŞ YORUMLAMA


 Nahl Suresi'nin 67. ayetinde Allah; "Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden kurdukları çardaklarda hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızık edinmektesiniz…" buyurmaktadır.
 Akledemeyen bazı cahil kişiler burada kendilerince şarabın övüldüğünü, haram olan bir şeyin övülmesinin de çelişkili olduğunu söylerler. Herşeyden önce, dikkatli bakıldığında ayette şarabın övülmesi gibi bir durum yoktur. Ayette övülen kısım hurmaların ve üzümlerin bizzat kendilerinin güzel rızıklar olduklarıdır. Ayetin birinci bölümünde bahsedilen ise insanların bunlardan elde ettikleri sarhoşluk verici içkidir ki zaten Kuran'ın pek çok yerinde bu içkinin zararları sayılmış ve kötülenmiştir. Ayetin ifadelerinden şarap içmeye, sarhoş olmaya bir teşvik, bir övgü olduğunu çıkarmak da ortada kasıtlı bir yaklaşım ya da önemli bir anlayış ve muhakeme bozukluğu olduğunu göstermektedir.
Bu ayette önemli bir gerçeğe dikkat çekilmektedir: Allah'ın rızık olarak verdiği bir nimet, istendiğinde olumlu ve faydalı bir yönde değerlendirilebilir, istenildiğinde de suistimal edilerek zararlı işlerde kullanılabilir. Yani aynı nimet, amaca göre hayır ya da kötülük haline getirilebilir, helal ya da haram yönde kullanılabilir. Burada da imtihan dünyasının bu temel gerçeği üzüm ve şaraptaki tezat örneğiyle vurgulanmaktadır. Allah'ın nimet olarak yarattığı üzüm, sağlık açısından ne kadar faydalı, besleyici, lezzetli bir ürünse, bundan o derece zararlı, insan vücudu üzerinde kalıcı ve olumsuz etkileri olan şarap da üretilebilir. Aynı gerçek mal, para, güzellik, zeka, makam, mevki, güç, iktidar gibi pek çok nimet içinde geçerlidir. Bu nimetler Allah'ın beğendiği hayırlı işlerde değerlendirilebileceği gibi, Allah'ın razı olmadığı, zararlı, olumsuz amaçlar için de kullanılabilir.
 Görüldüğü gibi, Allah aynı nimeti pek çok hikmet dahilinde farklı yaratılışlara çevirebilir. Bu gerçeği de aynı üstün hikmetle tek bir ayette ifade edebilmektedir. Düşünüp akleden kimseler de Allah'ın ayetlerindeki hikmetleri görür ve anlarlar. Nitekim aynı ayetin devamındaki, "…şüphesiz aklını kullanabilen bir topluluk için, gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl Suresi, 67) ifadesinde de buna dikkat çekilmektedir. Kısacası, ayet açık bir şuur ve dikkatle okunduğunda ortada herhangi bir çelişki olmadığı rahatlıkla görülür. Artık bu derece açık konularda çelişki aranmaya çalışılması da inkar edenlerin Kuran karşısında düştükleri çaresizliği göstermeye yeterlidir.


            
REENKARNASYON KESİNLİKLE YOKTUR


Reenkarnasyon; insanların, öldükten sonra ruhlarının yeniden başka bir bedende hatta bazı kişilere göre başka bir canlıda yeniden dünyaya gelmesi iddiasıdır. Bu inanç, Kuran’ı Kerim’e göre ise tamamen batıldır. Reenkarnasyon bazı insanların bilinçaltlarındaki “öldükten sonra yok olma endişesi” nin bir sonucu olarak  ya da dini inancı zayıf olan kişilerin öldükten sonra ahirete gitme korkularının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Her iki sınıf için de öldükten sonra tekrar dünyaya gelmek cazip bir durumdur. Bu yüzden bu işin istismarını yapan belirli kesimlerin birkaç “göz boyama” seansıyla, daha fazla delil aramadan reenkarnasyon gibi bir safsatayı seve seve benimserler. Bu sapkın düşünceye, bazı dönemlerde Müslüman çevrelerden kendisine aydın, entellektüel, ilerici görünümü vermek isteyen bazı kişiler de olumlu bakmaktadır. Olayın asıl ciddi yönü ise, bu tür kimselerin söz konusu sapkın iddialarına Kuran ayetlerinden delil getirmeye ve ayetlerin açık ve net ifadelerini, “dillerini eğip bükerek” kendi yorumlarına delil göstermeye çalışmalarıdır. Burada vurgulanmak istenen temel konu da, bu sapkın itikadın kesinlikle Kuran ve İslam dışı olduğu ve Kuran’ın açık ayetleriyle tamamen çeliştiğidir. Reenkarnasyonun Kuran’da geçtiğini iddia edenlerin delil olarak öne sürdükleri birkaç ayetten biri Mümin Suresi’nin 11. ayetidir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

Dediler ki: “Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var mı ?” (Mümin Suresi, 11) 

Reenkarnasyoncular bu ayette, insanın dünyada bir kere yaşayıp öldükten sonra tekrar diriltilerek dünyada ikinci bir yaşama başladığını, bu suretle ruhunun gelişimini tamamladığını ve bu ikinci yaşamını takip eden ikinci ölümünden sonra ahirette diriltildiğini iddia ederler. Oysa ayete göre insanın iki defa ölü iki defa diri hali olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü bir ölü ya da dirilik hali söz konusu değildir. Bu durumda doğal olarak akla, insanın en baştaki durumunun ölü mü ya da diri mi olduğu sorusu gelir. Bu sorunun cevabını ise Bakara Suresi’nin 28. ayetinde buluruz:

Nasıl oluyor da Allah’ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi o diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O’na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)

Ayet açıktır; insan başlangıçta ölüdür, yani yaratılışının temeli başlangıçta, ayetlerde de bildirilen toprak, su, çamur gibi cansız maddelerden oluşmaktadır. Daha sonra Allah bu cansız yığına “bir düzen içinde şekil verip” diriltir. Birinci ölüm ve birinci diriliş gerçekleşmiştir. Birinci dirilişten belli bir süre sonra insan, yaşamı sona erince tekrar öldürülür, ilk ölümünde olduğu gibi toprağa geri döner, çürüyüp-ufalanıp toz haline gelir. Bu da ikinci defa ölü haline geçişidir. Geriye ise ikinci ve son diriltilmesi kalmıştır. Bu da ahiretteki dirilmesidir. İkinci ve son diriliş ahiretteki dirilme olduğuna göre, dünya hayatında ikinci bir diriliş söz konusu olamaz. Aksi takdirde bu tür bir iddia üçüncü bir dirilişi gerektirir ki böyle bir durumdan hiçbir ayette söz edilmez. Görüldüğü gibi ne Mümin Suresi 11. ayetinden, ne de Bakara Suresi 28. ayetinden insanın dünyada birden fazla kez diriltildiği anlamı çıkmaz. Tam tersine bir kere dünyada bir kere de ahirette dirilişin olduğu ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bunun dışında, Kuran’daki pek çok ayet de insanın içinde imtihan edildiği tek bir dünya hayatı olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin ölümden sonra tekrar dünyaya dönüş olmadığı, Allah’ın buna kesin olarak izin vermeyeceği ayetlerde şöyle bildirilmektedir:

Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: “Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım. “Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Müminun Suresi, 99-100)

Ayette, kişiye ölüm geldikten sonra yeniden dünya hayatına bir dönüş, bir telafi imkanı bulunmadığı anlatılırken inkarcıların, bunun aksine ikinci bir diriliş ve dünyaya dönüş beklentisine sahip oldukları da dikkat çekmektedir. Allah bunun hiçbir geçerliliği bulunmayan ve inkarcıların kendi söyledikleri bir sözden ibaret olduğunu açıkça belirtir.
Başka ayetlerde de cennettekilerin “ilk” ölümden başka bir ölüm tatmayacakları şöyle bildirilir:

Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş’ budur. (Duhan Suresi, 56-57)

Cennet ehlinin, birinci ölümleri dışında başka bir ölüm tatmayacaklarından dolayı duydukları sevinç bir başka ayette şöyle geçer:

Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz? Yalnızca birinci ölümümüzden başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar değil miymişiz? (Saffat Suresi, 58-59)


Üstteki ayetler o kadar açıktır ki, insanın yaşadığı tek bir ölüm olduğu, hiçbir tevile yer bırakmayacak netlikte vurgulanmaktadır. Önceki ayetlerde iki ölümden bahsedildiği halde, neden burada tek bir ölümden başka ölüm tadılmayacağının söylendiği gibi bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı Duhan Suresi’nin 56. ayetindeki ölümü “tatma” ifadesinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira, insanın bilinçli olarak tattığı, yani yaşadığı, karşılaştığı, idrak ettiği ilk ve tek bir ölüm vardır; o da dünya hayatının sona erdiği an karşılaştığı ölümdür. En baştaki ölü halinden önce diri olmadığı dolayısıyla algılama ve şuur gibi özellikleri olmadığı için bu birinci ölümünün şuuruna varması, bunu tatması gibi bir durumu elbette ki olamaz.
Kuran’ın açık ve kesin haberine rağmen, dünyada birden fazla ölme, dirilme, yeni bedenlere girme gibi olayların bulunduğunu iddia etmek Kuran’ın açık ayetlerini reddetmek anlamına gelecektir.
İnsan yaşadığı ömür içinde imtihan olur, imtihanının sonucunda da Allah’ın dilemesi ile dünya hayatı sona erer ve ahirette de yeni bir hayata başlar. Yeniden diriliş sadece Ahirettedir. İnsanın ruhunun başka bir bedene geçmesi, yeniden başka bir ülkede veya başka bir zaman diliminde, başka bir yabancı dil ile dünyaya gelmesi veya bir kedinin, bir köpeğin bedeninde yeniden canlanması gibi birşey kesinlikle yoktur. Bunun için öldükten sonra gerçeği kavramak ve fayda etmeyecek bir pişmanlık yaşamak yerine reenkarnasyon gibi batıl inançları bir kenara bırakıp dünya hayatında imkan varken Allah’ın rızasını kazanmak gerekir. 



          KURAN’DAKİ TEKRARLAR

Kuran'daki tekrarlar da akıl erdiremeyen kimselerin hikmetini kavrayamadıkları konulardandır. Kuran'ın çeşitli yerlerinde aynı veya benzer ayetlerin ya da konuların tekrarlandığı görülür. Farklı kıssalar, misaller, öğütlerle birlikte, Allah'ın varlığı, birliği, tevekkül, teslimiyet, dünya hayatının geçiciliği, Allah'ı zikretmenin önemi, şükür, infak gibi dinin temel konularına sık sık değinilir. Kimi zaman, bu konularla ilgili bir ayetin, kelimesi kelimesine aynen başka bir yerde geçtiği bile görülür.
Bunun birçok hikmeti vardır. Sık sık vurgulanması gereken önemli konuların değişik vesilelerle tekrarlanması, hatırlatılması insanların zihinlerinde, kalplerinde daha sağlam yer etmelerini, kalıcı etki yapmalarını sağlar. Ayrıca bu hayati konuların birbirinden farklı örnekler, kıssalar içinde tekrarlanması da konuların her yönüyle, çok boyutlu ve derinliğine algılanmasına yardımcı olur.

Kuran'daki ayet tekrarlarının en belirginlerinden birisi de Rahman Suresi'ndeki, "Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?" ayetidir. Bu ayet, 78 ayetli surede, yaklaşık bir veya iki ayet arayla tam 31 kere tekrarlanır. Allah'ın, cennetteki güzellikleri sıralarken, bunun çok büyük bir lütuf ve nimet olduğunu insanların hakkıyla idrak edebilmeleri, Allah'ın sonsuz ikramı karşısında kayıtsız kalmayıp gereken şükrü ve tefekkürü yapabilmeleri açısından son derece hikmetli bir tekrardır bu. Her tekrar kalpteki saygı dolu hayranlığı ve heybeti bir kat daha pekiştirir. Böylece, samimi ve vicdanlı bir kimsenin kalbine verilmek istenen his en mükemmel bir biçimde aktarılmış olur.




KURAN’DA GEÇMİŞTE YAŞANMIŞ OLAYLAR NEDEN DETAYLI ANLATILMAKTADIR? 

Kuran'daki üslubun en önemli özelliklerinden biri de çeşitli konuları örnek ve benzetmelerle açıklamasıdır. Bu örnek ve benzetmeler de çoğunlukla önceden gelmiş Peygamberlerin veya elçilerin hayatlarından ya da Kuran'ın indirilmesinden önce yaşanmış çeşitli olaylardan aktarılan bilgiler içinde geçer. Kuran'ın oldukça büyük bir bölümünü oluşturan geçmiş kavimlerin haberleri de kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Allah Kuran’da bize, hem tüm topluluklara bir uyarıcının geldiğini, hem de uyarılmadan hiçbir topluluğun ve ülkenin yıkıma uğratılmadığını bildirmiştir. Allah’ın elçileri gönderildikleri toplumlarda hidayet önderi olmuşlar, insanlara Allah’ın yasaklarını bildirmişler, onları Allah’ın dinine davet etmişlerdir. Bu kavimlerin büyük bölümü, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış, hatta onlara düşmanlık göstermiş kavimlerdir. Bu taşkınlıklarından dolayı da Allah'ın azabıyla karşılaşmışlar ve yeryüzünden silinmişlerdir. Kuran'da yer alan bu tür kıssalar insanlar için pek çok ibret, örnek, işaret ve mesajlar taşırlar. Bu ilahi hikmeti kavrayamayan kimselerin her devirde Kuran hakkındaki cehaletlerini sergileyen sözleri Kuran'da şöyle aktarılır:

 Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman; "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başkası değildir." (Enfal Suresi, 31) Onlara "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin masalları" dediler. (Nahl Suresi, 24)

 
 Akledemeyenlerin masal sandıkları kıssalar, müminlere yol gösteren sayısız değerli bilgi ve örneklerle doludur. Allah her devirde müminlerin başlarına gelebilecek her türlü olay ve şartı geçmiş Peygamberler ve kavimlerin yaşadıklarından çeşitli örnekler ve kesitler vererek açıklamaktadır. Elbette bunları algılayacak akıl ve kavrayıştan yoksun olan kişiler de Kuran'ı bir hikaye kitabı gibi görür, kıssalardaki hikmetlere erişemezler. Bu kişilerin her türlü öğüt ve açıklamaya kapalı, sabit fikirli, algıları kitlenmiş kimseler oldukları ayetlerde şöyle belirtilir:

 Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: "Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" derler. (Enam Suresi, 25)

 
 Allah'a isyan ettikleri ve O'nun hükümlerini tanımadıkları için helak edilmiş olan kavimler, bizlere insanın Allah karşısında ne denli aciz ve zayıf olduğunu göstermektedir. Kuran’da geçmişte yaşamış kavimlerden bahsedilmesinin en önemli sebeplerinden biri, bugünkü insanların aynı duruma düşmekten sakınmalarını sağlamaktır. Önceden helak olanlar, sonrakileri doğruya yöneltmelidir. Allah bu toplumların başlarına gelenlerden öğüt almayı emretmiştir:

 Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihi kalıntıları üzerinde) gezinip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için ayetler vardır. (Taha Suresi, 128) Yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesilleri kendilerinden evvel yıkıma uğratmış olmamız, hala onları doğru yola iletip yöneltmedi mi? Elbette, bunda ayetler vardır; yine de işitmiyorlar mı? (Secde Suresi, 26) Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp-yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik-deşik etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var mı? Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır. (Kaf Suresi, 36-37)
 
 Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)   Elbette ki Kuran'daki kıssaların ve örneklerin hikmeti yalnızca insanlara tarih bilgisi vermek değildir. Bu kıssalar sayısız ilahi hikmet içerirler; bunlardan bazılarını şöyle sayabiliriz:
 - Allah'ın müminlerin ve inkar edenlerin üzerinde işleyen ve dünya kurulduğundan beri değişmeyen kanunlarını göstermek;
 - Müminlerin her devirde karşılaşabilecekleri olaylar, imtihanlar, sıkıntılar karşısında ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını, ne tür tepkiler vermeleri gerektiğini, nasıl bir ruh ve ahlak yapısı sergileyeceklerini, Allah'a karşı nasıl bir tavır ve üslup içinde olmaları gerektiğini tarif edip açıklamak. Her konuda müminlere yol göstermek.
 - Müminlerin şevklerini artırmak.
 - İnkar edenleri uyarıp doğru yola davet etmek ve bu davete uymayanların hüsranla biten sonlarını hatırlatmak.
 - Kıyamete kadar Kuran'a uyan müminleri dünyada ve ahirette bekleyen güzel sonu müjdelemek.
 
Siz de geçmişte yaşamış olan insanların hatasına düşmeyin. Allah’ın insanlara yaptığı uyarılardan etkilenmeyen geçmiş kavimlerin durumundan ders çıkarmak gerektiğini sakın anlamazlıktan gelmeyin. "Semud'a gelince; Biz onlara doğru yolu gösterdik, fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler…" (Fussilet Suresi, 17) ayetinde haber verildiği gibi körlüğü tercih etmeyin ve Allah'ın karşınıza çıkardığı tüm olaylardan ibret almanız gerektiğini gözardı etmeyin.




KURAN’DA GEÇEN ”YARATICILARIN EN BÜYÜĞÜ” SÖZÜ


     Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak’ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 14)

Kuran’da çelişki olduğunu zannedenlerin bir yanılgısı da Müminun suresi 14. ayetteki ifadedir. Allah, Kuran’da kendi varlığı ve birliğini onlarca kez vurguladığı ve kullarının da birliğine iman etmelerini istediği halde neden bu ayetin son cümlesinde ” Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.” ifadesini kullanmıştır ?
Bu ifade Kuran’ı ve arapçanın bazı özelliklerini bilmeyenlerin zannınca ve ilk baktıklarında Kuran’ın genel anlatımına ters bir hal varmış izlenimi uyandırır, oysa hem arapça gramer özelliği açısından hem de anlatım özelliği olarak sanıldığı gibi bir çelişki yoktur. Bu ifade değil çelişki bilakis arap dilinin bir üstünlüğü ve güzel bir anlatımıdır.

İşte böyle; şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O’nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, batıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, en büyüktür. (KEBİRDİR) (Lokman Suresi 30)

Bu ayette de olduğu gibi Allah kendi sıfatlarını bildirirken arapçada kıyaslanma yapma amaçlı ifade edilmeyen kelimeler kullanır. Kebir kelimesi de böyledir. En büyük anlamındadır ve başka biraz daha az Kebir olan bir yaratıcı olduğunu kıyaslatmayacak bir anlam ifade eder. Net olarak yalnızca Allah’ın büyük olduğunu bu büyüklüğüne ortak hiç bir ilahın olmadığını bildirir. Konuyu teşkil eden Müminun suresi 14. ayetteki ifade de böyledir. Yaratıcıların en güzeli ifadesindeki anlam da böyledir. (ehsenel halikın) Başka “güzel yaratıcı” yoktur, mana ve arapça ifadeler bunu anlatmaktadır. Kuran’ın hiç bir yerinde çelişki olmadığı gibi bu ayette de asla bir çelişki yoktur.





İSLAM’DA SAVAŞ SADECE SAVUNMA AMAÇLIDIR


Aşağıdaki ayetin vahyinden sonra Hz. Muhammed (sav) ümmetine savaş için hazırlık emri verdi:

Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü'minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar, yalnızca; "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar...(Hac Suresi, 39-40)

Allah Müslümanlara savaş iznini, baskı ve zulüm gördükleri için vermiştir. Bir başka deyişle, izin verilen savaş, sadece savunma amaçlı bir savaştır. Başka ayetlerde ise Müslümanlar gereksiz bir kışkırtmadan veya gereksiz şiddet kullanımından kaçınmaları için uyarılmışlardır:

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara Suresi, 190)

Savaş, Kuran'a göre sadece zorunlu olduğunda başvurulacak ve mutlaka belirli insani ve ahlaki sınırlar içinde yürütülecek bir "istenmeyen zorunluluk"tur. İman edenler herhangi bir anlaşmazlık halinde savaşın zorunlu olduğu duruma kadar beklemeli, ancak karşı taraftan bir saldırı geldiğinde ve savaştan başka bir alternatif kalmadığında savaşa girmelidirler. Bakara Suresi'nde bu durum Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir." (Bakara Suresi, 192) şeklinde açıklanır. Yani müminler önce karşı tarafın bir girişimde bulunmasını beklemekle, barışı ve uzlaşmayı tercih etmekle, ancak karşı taraftan bir saldırı geldiği durumda kendilerini savunmak amaçlı savaşmakla yükümlüdürler. Bir ayette, yeryüzünde savaşları çıkaranların inkarcılar olduğu, Allah'ın ise savaşa rıza göstermediği şöyle açıklanır:

         ... Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Maide Suresi, 64)

Savaş ancak, MÜSLÜMANLARA KARŞI SAVAŞANLARA yönelik olarak yapılmalıdır, yani bir SAVUNMA savaşı olmalıdır. Müslümanların karşı tarafa sebepsiz yere saldırmaları Kuran’da kesin olarak YASAKLANMIŞTIR. Allah’ın ve İslam’ın adını kullanarak haksız yere insan öldürenler hiç şüphesiz cinayet işlemiş ve büyük bir vebalin altına girmiştir. İslam’ın yeryüzündeki tüm insanlara ulaştırılması, savaş açarak değil ancak Kuran Ahlakını yaşayıp, tavsiye etmekle olur. Müslümanlara Allah’ın Kuran’da verdiği emir, bir topluluğa, yaptıkları haksızlıktan ve saldırganlıklarından dolayı öfke duysalar bile, onlara karşı daima adaleti ayakta tutmaları gerektiği şeklindedir. Allah ayetinde şöyle bildirir:

Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)


Müslümanlar yeryüzünde barışın, esenliğin, özgürlüğün tesis edilmesi için çabalamalıdırlar, Kuran’daki müslüman tanımı bu şekildedir.


ÖĞÜT VERMEK, İSLAM'I ANLATMAK

KİMLERE ÖĞÜT VERİLİR?

Allah Kuran'da kimlerin öğüt alıp düşüneceklerini bildirmiş ve müminlere de, "Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa, 'öğüt verip hatırlat' "(A'la Suresi, 9) ayetiyle bu özelliklere sahip kimselere öğüt vermelerini emretmiştir. Allah'ın öğüt vermenin fayda sağlayacağını bildirdiği kimselerin bazı özellikleri şöyledir:

… İşte bununla, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir… (Talak Suresi, 2)
Allah'tan 'İçi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. (A'la Suresi, 10)
… Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünebilirler. (Rad Suresi, 19)
İçten (Allah'a) yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Mümin Suresi, 13)
Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver. (Kaf Suresi, 45)
Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü'minlere yarar sağlar.  (Zariyat Suresi, 55)



ÇEVREDEN YA DA İNSANLARDAN ÇEKİNEREK İYİLİĞİ TAVSİYE ETMEMEK VE KÖTÜLÜKTEN MEN ETMEMEK DOĞRU DEĞİLDİR

Allah insanlara birbirlerine iyiliği tavsiye edip, yanlış tavırlardan da sakındırmalarını emretmiştir. Mümin, karşı tarafın Allah'ın beğenmeyeceği bir tavır içerisinde olduğunu gördüğü zaman, Allah'ın bu emri doğrultusunda bu kişiyi doğru olana çağırır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği konuları insanlara hatırlatma ve onları doğru olana davet etme konusunda hiçbir zaman için bir tereddüte kapılmaz. Çünkü Allah "(Bu,) bir Kitap'tır ki onunla uyarman için ve müminlere bir öğüt olmak üzere sana indirildi. Öyleyse bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın." (A'raf Suresi, 2) ayetiyle müminlere Kuran hükümlerini başkalarına hatırlatma konusunda çekimser davranmamalarını bildirmiştir.

DİNİ BİLEN BİR İNSANIN BUNU BİR BAŞKASINA ANLATMASI GEREKİR. SADECE KENDİSİNİN YAŞAMASI YETERLİ OLMAZ

Dini öğrenen her insan bunu başkalarına da anlatmakla sorumludur. Allah "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104)ayetiyle müminlere bu sorumluluklarını bildirmiştir. Bu nedenle mümin hayatının sonuna kadar Kuran ahlakını bir yandan kendisi yaşayıp ve ibadetlerini yerine getirirken bir yandan da başkalarının aynı şekilde dini yaşaması için çaba harcamakla yükümlüdür.
Kuran'da dinin başkalarına da tebliğ edilmesinin müminlerin önemli bir özelliği olduğuna şöyle dikkat çekilmiştir:

Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)

BAŞKALARINI SÜREKLİ UYARAN, ANCAK SÖYLEDİKLERİ ŞEYLERİ KENDILERİ UYGULAMAYAN KİMSELER KURAN'DA NASIL TARİF EDİLİR?

Allah Kuran'da müminlere birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten men etmelerini öğütlemiştir. Bu, Allah'ın beğendiği bir tavırdır, fakat asıl önemli olan kişinin başkalarına hatırlattığı konulara kendisinin de dikkat etmesi ve onlara kendi tavırlarıyla ve ahlakıyla örnek olabilmesidir. Çünkü eğer kişi yapılan bir tavrın yanlış olduğunu biliyor ve bundan rahatsızlık duyuyorsa, bu durumda kendisi de bu yanlıştan sıyrılmakla ve doğru olanı uygulamakla aynı derecede sorumludur. Allah bu konuyu müminlere şöyle hatırlatmıştır:

Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Bakara Suresi, 44)

DİNİ ANLATMANIN KARŞILIĞINDA İNSANLARDAN HERHANGİ BİR KARŞILIK BEKLENEMEZ

Müminler dini Allah'ın rızasını kazanabilmek ve Kuran'ın bu konudaki hükmünü yerine getirebilmek amacıyla tebliğ ederler. Bunun karşılığında da Allah'ın rızası ve cenneti dışında dünyevi hiçbir karşılık beklemezler. Tüm peygamberler de hayatlarının sonuna kadar bu uğurda büyük bir çaba harcamış ancak dini anlattıkları kimselerden hiçbir şekilde dünyevi bir karşılık istememişlerdir. Ve her peygamber gönderildiği kavme öncelikle kendilerinden hiçbir karşılık beklemediğini vurgulamıştır. Kuran'da peygamberlerin gösterdiği bu üstün ahlak şöyle örneklendirilmiştir:

"Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir." (Şuara Suresi, 179-180)

İSLAM'I VE KURAN'I BAŞKALARINA ANLATMAK NE ŞEKİLDE OLUR?

En güzel tebliğ, insanın dini karşısındaki kimseye hem sözlü hem de fiili olarak anlatmasıyla olur. Dinin hükümlerini ve Kuran ahlakını sözlü olarak anlatan bir kimsenin, bir yandan da anlattıklarını tüm samimiyetiyle yaşıyor olması, anlatılanlarla ne kastedildiği konusunda çok daha kesin bir sonuca varılmasını sağlar. Samimiyetin gerçek ölçüsü, insanın anlattıklarıyla yaşadıkları arasındaki tutarlılık olduğu için, görülen bu samimiyet karşı tarafın dinin güzelliğini kavramasında önemli bir rol oynar. Sözgelimi insan bir yandan fedakarlığın ne kadar erdemli bir tavır olduğunu anlatırken bir yandan da bencil bir tutum içerisinde olsa, anlattıklarının karşı taraf üzerinde pek bir etkisi olmaz. Samimiyeti hakkında da ciddi şüpheler oluşmasına neden olur. Aksine kişinin insanları yaşamaya davet ettiği güzel ahlakı kendisi de gösterdiğinde, hem o kişinin samimiyeti konusunda kesin bir kanaat oluşur, hem de kastettiği güzel ahlakın günlük hayatta ne şekilde uygulanacağı görülmüş olur. Yine aynı şekilde mütevaziliği anlatan bir insanın, tavırlarıyla da bu ahlakı göstermesi dinin en güzel şekilde tebliğ edilmesini sağlar. Allah inananları insanlara anlattıkları şeyleri yaşamaları konusunda şöyle uyarmıştır:

Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saff Suresi, 2-3)


DİNİ ANLATAN BİR KİMSE, KARŞISINDAKİ KİŞİNİN İMAN EDİP ETMEMESİNDEN SORUMLU DEĞİLDİR

Dini anlatan bir insan, karşısındaki kişinin iman edip etmemesinden hiçbir şekilde sorumlu değildir. Müminler sadece Kuran'ı karşı tarafa en güzel şekilde anlatarak, insanları Allah'a iman etmeye çağırmakla yükümlüdürler. Ancak dinin anlatıldığı bu insanın kalbi tümüyle Allah'ın kontrolündedir. Tebliğ yapılan insan eğer mümin olacaksa ona İslam'ı sevdirecek, kalbine imanı yerleştirecek olan sadece Allah'tır. Bu nedenle Allah Kuran'da müslümanların dini anlatmakla yükümlü olduklarını, ancak hidayeti vermenin sadece Kendisine ait olduğunu bildirmiştir:

Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir. (Kasas Suresi, 56)

KİBİRLİ İNSANA KARŞI NASIL TAVIR GÖSTERİLİR?

Müminlerin en önemli özelliklerinden biri de, şartlara, kişilere ve ortama göre güzel ahlaklarından ya da inançlarından taviz vermemeleridir. Bu nedenle gururlu ya da kibirli bir tavırla karşılaştıkları zaman da hiçbir şekilde karşı tarafın içerisine düştüğü hataya düşmez, aksine en mütevazi ve alçakgönüllü tavırlarıyla karşı tarafa da örnek olmaya çalışırlar. Allah'ın razı olacağını bildirdiği tavır da budur zaten. Kötülüğe karşı güzel söz ve tavır göstermek, Allah'ın kullarına emridir. Allah Kuran'da mümin kullarına herkese karşı bu şekilde davranmalarını emretmiştir:

Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; Biz, onların nitelendiregeldiklerini en iyi bileniz. (Müminun Suresi, 96)

Allah, iman edenlerin kendilerine yapılan kötülüklere sabır ve iyilikle karşılık verdiklerini Kuran'da şöyle bildirmektedir:

İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Kasas Suresi, 54)

Allah Kuran'da kötü bir tavra güzel ahlakla karşılık verildiğinde bunun karşı taraf üzerinde de etkili olacağını bildirmiştir:

            İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)

Israrla güzel söz söylendiğinde, kötülüğe bile her zaman iyilikle karşılık verildiğinde, zaman içinde her insanın direnci kırılır ve vicdanı harekete geçer. Ayette de bildirildiği gibi, Allah böyle üstün bir tavra karşılık, müminlerin düşmanlarını "sıcak bir dost"a çevirir. Bu Allah'ın sırlarından biridir. Sonuçta tüm insanların kalbi Allah'ın elindedir. Allah, kimi isterse onun kalbini ve düşüncesini değiştirebilir.
           Allah güzel ve yumuşak sözün etkisine bir başka ayetinde daha dikkat çekmektedir. Allah, Hz. Musa ve Hz. Harun'a Firavun'a gitmelerini ve ona yumuşak söz söylemelerini emreder. Firavun, son derece azgın, acımasız ve zalimdir. Ancak, Allah buna rağmen, elçilerine ona yumuşak söz söylemelerini emretmiştir. Allah bunun nedenini de ayetlerinde açıklamıştır:

         "İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar." (Ta-ha Suresi, 43-44)

           Bu ayetler müminlerin inanmayanlara, düşmanlarına ve azgın insanlara karşı nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğini bildirmektedir. Bunlar elbetteki sabır, güç, alçakgönüllülük ve akıl gerektiren davranışlardır. Allah, müminlerin, emirlerine uyarak güzel ahlak göstermelerinin karşılığında davranışlarını etkili kılacağını ve düşmanlarını dostlara çevireceğini bir sır olarak bildirmiştir.




İYİLİĞİN VE GÜZEL SÖZÜN ETKİSİ

İnsanlar, hep huzurlu, güven içinde yaşadıkları, dostluk ve neşenin olduğu ortamlar isterler. Ancak, bunu isterken böyle ortamların oluşması için bir çaba göstermez, hatta bizzat kendileri huzur ve rahat kaçırırlar. Huzuru, dostluğu ve güvenliği sağlamayı ise herkes karşı taraftan bekler. Bu aile içi ilişkilerden, bir şirket çalışanlarına, toplumsal huzurdan ülkeler arası ilişkilere kadar böyledir. Oysa, güzellikler, dostluklar, huzur ve güven fedakarlık ister. Eğer herkes kendi isteğinin olmasını isterse, herkes konuşmada ve kararlarda kendisinin üstün gelmesi için çaba harcarsa, herkes kendi rahatını düşünür, fedakarlıkta bulunmazsa, elbetteki insanlar arasında çatışmalar ve huzursuzluklar olacaktır. Ancak Allah'tan korkan müminler farklı davranırlar. Onlar, hem fedakar, hem affedici, hem de sabırlıdırlar. Kendilerine haksızlık yapıldığında dahi, haklarından feragat ederek, toplumun huzur ve güvenliğini, insanların neşesini kendi nefislerinden üstün tutar, en güzel tavrı gösterirler. Bu, Allah'ın müminlere emrettiği üstün bir ahlak özelliğidir:

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir."Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35)
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir. (Nahl Suresi, 125)

Ayette de bildirildiği gibi, Allah böyle üstün bir tavra karşılık, müminlerin düşmanlarını "sıcak bir dost"a çevirir. Bu Allah'ın sırlarından biridir. Sonuçta tüm insanların kalbi Allah'ın elindedir. Allah, kimi isterse onun kalbini ve düşüncesini değiştirebilir.
Allah güzel ve yumuşak sözün etkisine bir başka ayetinde daha dikkat çekmektedir. Allah, Hz. Musa ve Hz. Harun'a Firavun'a gitmelerini ve ona yumuşak söz söylemelerini emreder. Firavun, son derece azgın, acımasız ve zalimdir. Ancak, Allah buna rağmen, elçilerine ona yumuşak söz söylemelerini emretmiştir. Allah bunun nedenini de ayetlerinde açıklamıştır:

"İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar." (Ta-ha Suresi, 43-44)

Bu ayetler müminlerin inanmayanlara, düşmanlarına ve azgın insanlara karşı nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğini bildirmektedir. Bunlar elbetteki sabır, güç, alçakgönüllülük ve akıl gerektiren davranışlardır. Allah, müminlerin, emirlerine uyarak güzel ahlak göstermelerinin karşılığında davranışlarını etkili kılacağını ve düşmanlarını dostlara çevireceğini bir sır olarak bildirmiştir.