RENK
MUCİZESİ
Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir
dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bedeninizin, çevrenizdeki
insanların, denizlerin, gökyüzünün, ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin
kapkara olduğunu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin
olmadığını düşünün. Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların,
kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda
canlandırmaya çalışın. Hiçbir rengi olmayan bir
deniz veya bir dağ manzarasından veya bir çiçekten şimdi aldığımız gibi zevk
alamazdık. Gökyüzünün, meyvelerin, kelebeklerin, giyeceklerin, insanların
yüzlerinin görüntüleri şimdi olduğu gibi zevk veremezdi. Bir saniye için
etrafınızdaki herşeyin renklerinin bir anda yok olduğunu düşünün. Böyle bir
durumda herşey birbirine karışacak, cisimleri birbirinden ayırmak
imkansızlaşacaktır. Örneğin kahverengi ahşap bir masanın üzerinde duran bir
portakalı, çilekleri ya da rengarenk çiçekleri görmek imkansızlaşacaktır; çünkü
ne portakal turuncu olacaktır, ne masa kahverengi, ne de çilekler kırmızı…
Tarifi bile son derece zor olan bu renksiz dünyada kısa bir süre bile olsa
yaşamak insana büyük bir sıkıntı verecektir. Renklerin çeşitliliğinin bize olan
faydası sadece çevremizi tanımamız değildir. Doğada yer alan kusursuz renk
uyumu insan ruhuna büyük bir zevk verir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken
bir nokta vardır: İnsanın bu uyumu görebilmesi ve bütün detaylarından zevk
alması için de ona çok özel bir tasarımı olan gözler verilmiştir. Canlılar
aleminde renkleri en ince ayrıntısına kadar algılayabilen en fonksiyonel göz,
insan gözleridir. Öyle ki insan gözü milyonlarca renge karşı duyarlıdır. Doğada
ve canlılardaki gördüğümüz renklerin birbirleriyle olan kusursuz bir uyumu
vardır. Örneğin bir çiçeğin ya da bir kuşun sahip olduğu renkler ve bu
renklerin birbirleriyle uyumu veya renkler arasında yumuşak geçişler olması,
doğada hiçbir rengin gözümüzü rahatsız etmemesi, örneğin denizlerin,
gökyüzünün, ağaçların renklerinin bizlere rahatlık verecek, gözümüzü yormayacak
tonlarda olmaları... Bir insanın yeni
bir renk yaratması mümkün değildir. İnsanların ürettikleri tüm renkler doğada
olanlardan yola çıkılarak elde edilen kopyalardan ibarettir.
SU MUCİZESİ
Eğer evrenin kanunları sadece
maddenin katı ve gaz haline izin vermiş olsa, hayat hiçbir zaman var
olamayacaktı. Çünkü katı maddelerde atomlar birbirleri ile çok içiçe ve
durgundurlar ve canlı organizmaların gerçekleştirmek zorunda oldukları dinamik
moleküler işlemlere kesinlikle izin vermezler. Gazlarda ise atomlar hiçbir
istikrar göstermeden serbestçe uçuşurlar ve böyle bir yapı içinde canlı
organizmaların karmaşık mekenizmalarının işlemesi mümkün değildir. Kısacası,
hayat için gerekli işlemlerin gerçekleştirilmesinde, sıvı bir ortamın varlığı
zorunludur. Sıvıların en ideali daha doğrusu tek ideal olanı ise sudur.
İnsanlar
genellikle uzun süre sudan mahrum kaldıklarında suyun değerini anlarlar.
Halbuki su, hayatımızın her anında ihtiyaç duyduğumuz bir maddedir. Örneğin
hücrelerimizin, vücudumuzun her noktasına ulaşan kanımızın büyük bir bölümü
sudur. Eğer böyle olmasaydı, kanın akışkanlığı azalacak, damarlarımızda akması
çok zor hale gelecekti. Suyun akışkanlığı sadece bizim vücudumuz için değil,
bitkiler için de son derece önemlidir. Bu sayede su, yaprakların incecik
damarlarından geçerek yaprağın en uç kısmına kadar ulaşabilir.
Eğer
akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini
kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı,
canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli
hareketlere maruz kalacaktı... Hassas moleküler yapıların su tarafından
desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı
yaşamını sürdüremeyecekti...
Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz
daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle
mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri
imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin
tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir
hücre yaşamı mümkün olmayacaktı. Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki
gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha
yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük
olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti.
Kılcal damarlar vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her birine gerekli
oksijen, enerji, besin, hormon gibi maddeleri taşırlar. Vücudumuzdaki ortalama
5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğu 950 km.yi bulur. Eğer insan vücudunun
en küçük kılcal damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam
kalınlıkları ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Kanın bu kadar
daracık damarlar içinde tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun
yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal
damarlardaki kan akışı için çok büyük bir pompalama basıncı gerekecek ve
herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir. Eğer suyun
akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en küçük kılcal damarın çapı 3 mikron
yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve
glikoz oranını ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun
neredeyse tamamını kaplayacaklardır. Bu durumda geniş yaşam formlarının
tasarımı imkansız hale gelecek ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır.
Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi için, akışkanlığının şu
anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması, zorunludur. Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri
gibi akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların
akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu
milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerdedir. Su; tüm yeryüzü, canlılar, canlı bedeni ve bedenin içindeki en küçük
moleküle kadar her şeye fayda getirebilmek için çok özel bir akışkanlık değeri
ile var edilmiştir. İnsan bedenindeki hücrelere ulaşabilecek aynı özelliklerde
bir başka sıvıyı üretmek günümüz teknolojisiyle mümkün olmamıştır.
Suyun akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki hareketler bakımından değil,
aynı zamanda dolaşım sisteminin verimli çalışabilmesi açısından da çok
önemlidir. Eğer suyun akışkanlığı katranınkine benzer
bir değerde olsa, elbette hiçbir kalp bunu pompalayamayacaktır. Katranınkinden
100 milyon kat yüksek bir akışkanlık değerine sahip olan zeytinyağına benzer
bir su bile, kalp tarafından pompalansa dahi, vücudun her tarafını kaplayan
milyarlarca kılcal damarın içine giremeyecek ya da çok büyük bir akış zorluğu
ile karşılaşacaktır.
Yeryüzünde var olan su, bir döngü içinde sürekli olarak
yeniden kullanılır hale gelerek insanların, bitkilerin ve hayvanların hizmetine
sunulur. Ayrıca yeryüzündeki su Güneş'in ısısı sayesinde "arındırılmış
olarak" buharlaşır. Buhar atmosferde yoğunlaşıp bulut halini alır, sonra
da yağış şeklinde Dünya yüzeyine tekrar geri döner. Bahsettiğimiz bu dönüşüm
olmamış olsaydı, yani su buharlaşıp yeryüzüne geri döneceğine yok olsaydı hiç
kuşkusuz bu durum canlılığın sona ermesi için yeterli bir sebep olurdu.
Yağmur yeryüzüne şaşmaz bir ölçü
içinde inmektedir. Yağmur damlalarının ortalama sürati sadece 8-10 km/saattir.
Bunun sebebi ise, yağmur damlasının atmosferin sürtünme etkisini artıran ve
yere daha yavaş düşmesini sağlayan bir biçime sahip olmasıdır. Eğer yağmur
damlası farklı bir şekilde olsaydı veya atmosferin sürtünme özelliği
bulunmasaydı, her yağmur yağışında yeryüzü çok büyük bir felaketle karşı
karşıya kalırdı.
Eğer Dünya üzerinde şimdi olduğunun
yarısı kadar deniz olsaydı, o zaman su buharı miktarı da şimdikinin yarısı
kadar olacaktı, dolayısıyla biz de kuru toprakları beslemek için şu an sahip
olduğumuz nehirlerimizin ancak yarısına sahip olacaktık, çünkü su buharının
miktarı, üzerinden yükseldiği yüzeyin genişliğiyle bağlantılıdır. Denizler, karalar
için gereken su buharını temin etmeye yetecek bir genişliğe sahiptir.
Denizlerdeki büyük su kütleleri
dünyamızın yaşanabilir bir gezegen olmasını sağlamaktadır. Eğer yeryüzündeki
denizlerin oranı karalara göre daha düşük olsaydı, o zaman her yer çöle döner
ve yaşam imkansız olurdu.
İNSAN
MUCİZESİ
İnsan tek
bir hücrenin içindeki genetik şifreden çoğalarak mükemmel sistemlere sahip bir
canlıya dönüşen bir varlıktır. İnsanın içinde insan meydana gelmesi büyük bir mucizedir. Birbirinden ayrı yerlerde ve ayrı canlılar
içinde üretilen yumurta ve spermin tam bir uyum içinde birleşerek döllenmesi,
tek tip hücrenin çoğalıp farklılaşarak kemikleri, kasları, organları, gözleri,
el ve ayakları, bunlardaki kompleks sistemleri meydana getirmesi, daha sonra
anne karnından ayrılan bu organizmanın görmesi, konuşması, yürümesi, gülmesi,
ağlaması, duygulara sahip olması...
Her insan anne rahminde son derece
korunaklı, sakat kalmayacağı, acı duymayacağı bir yerde oluşur. Yeni doğan bir
bebeğin kafatası kemikleri çok yumuşaktır. Ve bu kemikler, birbirlerinin
üzerinde az da olsa hareket edebilirler. Bu esneklik sayesinde bebeğin başı,
doğumda bir hasar görmez. Eğer kafatası kemikleri doğum sırasında sert bir
yapıda olsalardı, anne karnından çıkarken çatlayabilir hatta kırılarak bebeğin
beyninde büyük hasarlara yol açabilirlerdi.
Her
organın kendisi için belirlenmiş bir büyüklüğü vardır. Bu büyüklüğe hiçbir
eksik ya da fazla olmadan ulaşılabilmesi içinse, gelişmenin zamanlaması çok iyi
ayarlanmalıdır. El, ayak, kulak, göz gibi bütün çift organlar aynı anda
şekillenmeye başlamalı, gelişmeleri aynı anda durmalı, bu gelişim durduğunda da
aynı büyüklüğe ulaşmış olmalıdırlar. Aynı şekilde, meydana gelen organların
simetrik olması da, hücrelerin eşit olarak, doğru bir zamanlamayla hareket
etmeleri sonucunda olur. Organların eş zamanlı büyümelerinin ne denli büyük ve
hayati bir mucize olduğu, olayın tersi düşünüldüğünde daha da iyi anlaşılır.
Organların farklı hızlarda, birbirlerinden bağımsız olarak büyüdüklerini
düşünelim. Olacakları hayal edebilir misiniz? Örneğin beynin, kendisini
çevreleyen kafatasından çok daha hızlı büyüdüğünü düşünün. Hacmi yeterince
genişlememiş kafatası beyni sıkıştırıp onun ezilmesine, dolayısıyla bebeğin
kısa sürede ölümüne yol açardı. Veya deri, vücut çatısına oranla daha yavaş
gelişse, hızla gelişen iskelet ve uzuvlar deriyi önce gerip bir süre sonra da
yırtarak büyümeye devam edeceklerdi. Sonuçta ortaya garip bir görünümün çıkması
bir yana bebek yaşamayacaktı. Bu konuda, hücre zarıyla hücre organellerinin
uyumlu gelişiminden, iskeletle iç organlar arasındaki dengeli büyümeye kadar
pek çok örnek verebiliriz. Bunların oluşmaması bizim dünyaya düzgün birer insan
olarak gözlerimizi açmamızı sağlar.
Büyüme hormonunun bütün vücut
hücreleri üzerinde etkili olması da son derece büyük bir mucizedir. Eğer bazı
hücreler büyüme hormonuna itaat ederken, bazı hücreler de bu hormona isyan
etseler büyük karmaşa çıkar. Örneğin kalp hücreleri büyüme hormonunun emrettiği
şekilde büyürken, göğüs kafesi hücreleri çoğalmayı ve büyümeyi reddederlerse ne
olur? Büyüyen kalp küçük kalan göğüs kafesi içinde sıkışır ve sonuç ölüm
olurdu. Ya da burun kemiği büyürken burun derisi büyümesini durdurursa, burun
kemiği burun derisini yırtarak dışarı çıkardı. Kasların, kemiklerin, derinin ve
organların birbirleriyle uyumlu bir şekilde büyümeleri, her hücrenin teker
teker büyüme hormonuna itaat etmesi sayesinde kusursuz bir şekilde sağlanır.
Büyüme hormonu, kemiklerin ucundaki kıkırdak dokunun gelişmesi için de emir
verir. Bu kıkırdak, yeni doğan bir bebeğin kalıbı gibidir. O büyümedikçe, bebek
de büyüyemez. Burada bulunan hücreler kemiği uzunlamasına büyütürler. Eğer bu
kemik yana doğru büyüse bacak uzayamayacak, hatta bacak kemiği bu bölgede
deriyi yırtarak dışarı çıkacaktır. Ancak herşey planlanmış ve bu plan her
hücrenin çekirdeğine yerleştirilmiştir. Böylece kemikler uzunlamasına büyür.
Ellerinizin, gözlerinizin,
burnunuzun düzgün bir şekil almalarını sağlayan hücrelerinizdir. Siz daha anne
karnındayken işe başlayan hücreleriniz, bir estetik uzmanından daha iyi
çalışarak sizi şekillendirirler. Hücreleriniz hiçbir fazlalık veya eksiklik
olmadan her organınızı kusursuz bir düzenle yaparlar. Örneğin parmaklarınızın
kaç tane olacağını, uzunluklarını ve şekillerini tam gerektiği gibi
hesaplarlar. Bu, çok şaşırtıcı ve etkileyici bir gelişimdir. Hücrelerin,
organlarınızı oluştururken elde ettikleri başarı vücudun her milimetrekaresi
için geçerlidir. Örneğin sadece göze ait 40 farklı parça vardır. Gözün,
fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için tüm parçalarda orantılı bir büyümenin
olması, aralarındaki bağlantının sağlam olması, hepsinin kendi yerinde
bulunması gerekir. Aksi takdirde göz göremez. Embriyo 4 haftalık olduğunda
başının her iki tarafında birer oyuk oluşur. 6. haftada bu oyuğu oluşturan
hücreler muhteşem bir plan içinde hareket etmeye başlarlar. Bazı hücreler
korneayı, bazı hücreler göz bebeğini, bazı hücreler de merceği yaparlar. Her
hücre inşa ettiği bölümün bitiş sınırına geldiğinde durur. Her biri ayrı bir
parçayı oluşturur, sonra mükemmel bir şekilde birleşirler. Gözbebeği yerine
başka bir tabaka oluşmaz, herşey yerli yerindedir. Bu işlemler aylar boyunca
devam eder ve ortaya son derece estetik ve işlevsel gözler çıkar. Embriyoyu
oluşturan hücrelerin her birinin vücudun genel planından da haberi vardır.
Adeta bir anlaşma yapmışçasına, birbirlerinden farklı özelliklere sahip yapılar
meydana getirirler.
VÜCUDUMUZDAKİ DEĞERLER
GÖZ
Yaşamınızda
sahip olduğunuz herşey gözleriniz sayesinde bir anlam kazandı. Ailenizi,
dostlarınızı, evinizi, işinizi, kısaca yaşamınız boyunca karşılaştığınız herşeyi
gerçek anlamıyla gözleriniz sayesinde tanıdınız. Onlarsız dış dünyayı hiçbir
zaman tam olarak bilemezdiniz. Gözleriniz olmasaydı bir rengin, bir şeklin, bir
manzaranın, bir insan yüzünün, güzellik denen kavramın nasıl bir şey olduğunu
hiçbir zaman hayalinizde canlandıramazdınız. Fakat, gözleriniz var, bu sayede
etrafınızı görüyor, şu anda da önünüzdeki yazıyı okuyorsunuz.
Dahası, görmek için hiçbir çaba harcamıyorsunuz; sadece görmek istediğiniz şeye doğru bakıyorsunuz. Gözünüze, gözün içindeki organellere, gözden beyne giden sinirlere ve beyninize "bakın, görün, şu işlemleri yapın" emri vermiyorsunuz. Tıpkı yeryüzünde yaşayan ve yaşamış milyarlarca insan gibi sadece bakıyor ve görüyorsunuz. Bir cisme odaklanıp onu net görmek için göz merceğinizin cismin uzaklığına göre alması gereken yarıçapın optik ölçümlerini, merceğe bağlı kasların çok hassas kasılma oranlarını hesaplamıyorsunuz. Yalnızca o cismi net görmek istiyorsunuz, gerisi saniyenin çok küçük bir diliminde sizin için otomatik olarak hallediliyor.
Dahası, görmek için hiçbir çaba harcamıyorsunuz; sadece görmek istediğiniz şeye doğru bakıyorsunuz. Gözünüze, gözün içindeki organellere, gözden beyne giden sinirlere ve beyninize "bakın, görün, şu işlemleri yapın" emri vermiyorsunuz. Tıpkı yeryüzünde yaşayan ve yaşamış milyarlarca insan gibi sadece bakıyor ve görüyorsunuz. Bir cisme odaklanıp onu net görmek için göz merceğinizin cismin uzaklığına göre alması gereken yarıçapın optik ölçümlerini, merceğe bağlı kasların çok hassas kasılma oranlarını hesaplamıyorsunuz. Yalnızca o cismi net görmek istiyorsunuz, gerisi saniyenin çok küçük bir diliminde sizin için otomatik olarak hallediliyor.
Eğer bir gün gözlerinizi kaybedecek
olursanız -ki bu olay ihtimal dahilindedir- o tarihten sonra geleceğe ait bütün
planlarınız ikinci planda kalacak ve dünyadaki en büyük isteğiniz, gözlerinize
tekrar kavuşmak olacaktır.
Ya da yıllar boyu kör bir hayat geçirdikten
sonra bir gün tıbbi bir müdahale sonucunda gözlerinizin açıldığını düşünün.
Şundan kesinlikle emin olun ki, bu dünyada verilebilecek hiçbir şey sizin için
bundan daha değerli olmayacak, o gün ve onu takip eden günlerde sizi hiçbir şey
bu kadar sevindirip mutlu etmeyecektir.
GÖZ KAPAĞI
Eğer göz kapağının derisi kalın ve yağlı bir yapıya sahip
olsaydı, gözlerin açılıp kapanması oldukça zor bir işlem olurdu. Göz kırpmak,
her gün binlerce kere farkında olunmadan yapılan bir harekettir. Kimse göz
kırpmak için özel bir çaba sarfetmez, göz kırparken neden gözlerimi kırpıyorum
diye düşünmez ve göz kırpmanın ne kadar önemli olduğunun farkına varmaz. Bu
hareket istem dışı olarak yapılır ve bu sayede gözler yoğun ışık temasından ve
yabancı maddelerden korunur. İşlemin otomatik olarak yapılması da çoğu insanın
farkında olmadığı bir kolaylıktır. Bu temizlenme otomatik olarak yapılmasaydı
ne olurdu? Böyle bir durumda insan göz kırpmayı yalnızca gözünün içinde
rahatsız edici miktarda kirlilik oluştuğunda hatırlardı. Bu da gözün mikrop
kapmasına neden olurdu. Gözler tamamen temizlenemediğinden puslu, bulanık bir
görüntü meydana gelirdi. Göz kırpmak büyük bir külfet olur, insan gün boyunca
sürekli göz kırpmayı unutmamaya konsantre olmak zorunda kalırdı. Her birkaç
saniyede bir göz kırpıldığında göz kapakları tıpkı araba camı silecekleri gibi
gözleri sulandırır, kirleri temizler. Uyku sırasında ise göz kapakları kapalı
olduğu için gözler kurumaya karşı otomatik olarak korunur. Göz kapağı, kavisli
göz yapısının üstüne kusursuz olarak oturan bir mekanizmadır. Bu mükemmel uyum
sayesinde, göz kapağının açılıp kapanması esnasında gözün ön yüzeyinde temas
edilmeyen hiçbir nokta kalmaz. Göz kapağı, gözü bu şekilde kusursuz olarak
sarmasaydı, kalan boşluklardaki yabancı maddelerin temizlenmesi mümkün
olmayacaktı. Açılıp kapanma esnasında, göz kapağının içinde bulunan özel bir
bezden salgılanan yağlı bir salgı kapakların birbirlerine yapışmalarını
engeller ve göz kapaklarının kaymasını kolaylaştırır.
Eğer göz kapağı uyurken kapanmasaydı, uyumak insan için
son derece zor bir işlem haline gelecekti. Uyuyabilmek için karanlık bir odaya
ihtiyaç olacak, gündüzleri hiç uyunamayacaktı. Uyku esnasında açık kalan gözler
ise her türlü dış etkiye karşı savunmasız kalacaklardı.
Eğer göz kapağı diye bir şey olmasaydı, yeryüzündeki insanların
tamamı çok kısa bir süre içinde kör olurdu. Gözün üst tabakasını oluşturan
kornea kuruyacak, göz kısa bir süre sonra görevini yapamamaya başlayacaktı.
Göze girecek en küçük bir toz tanesi bile zamanla büyük problemler yaratacak,
göz hemen mikrop kapacaktı. En küçük darbelere karşı korumasız kalan göz her an
kör olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktı.
İnsan, çevresinde devamlı olarak
değişen şartlar karşısında hayatını devam ettirebilmek için, dışarıda olup
biten olaylardan tam zamanında haberdar olmalıdır. Bu yüzden göz kırpma işlemi
insanın dış dünyayı algılamasını engellemeyecek kadar kısa bir süre içinde
gerçekleşir. Eğer bu işlem uzun sürseydi çok büyük tehlikeler söz konusu
olabilirdi. İnsan gözünü kırpma işlemi ile meşgul olduğu bir anda belki de
üzerine gelen bir kamyonu fark edip kaçmaya fırsat bulamazdı. İnsanın dış
dünyaya açılan penceresi olarak nitelendirilen gözün bu kadar kapsamlı bir
şekilde korunması insan için çok önemlidir.
GÖZYAŞI
Gözyaşı yeterli miktarda
üretilmeseydi, göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur ve gözün
her hareketi bizim için bir eziyet haline gelirdi. Örneğin gözyaşı kuruluğu
olan hastalarda, gözlerde sürekli bir yanma ve gözün içinin kum dolu olduğu hissi
duyulur. Gözler şişer, kızarır ve hastalığın ileri aşamalarında hasta gözünü
kaybedebilir.
GÖZDEKİ
YAĞLAMA
Gözü sürekli yıkayan ve
mikroplardan arındıran bir gözyaşı sisteminin yanısıra gözde bir yağlama
sistemi de mevcuttur. Bu sistem günde yaklaşık yüzbin defa, dört ayrı yöne
dönen gözün, bu hareketlerin sonucunda yıpranmasını engeller. Bu sayede göz
sürekli yağlanarak sürtünme etkisine ve yabancı maddelere karşı korunmuş olur.
Bu yağ o kadar kaygandır ki göz hareket ettiğinde hiçbir rahatsızlık
hissedilmez. Eğer konjonktivanın çalışmasında ciddi bir aksaklık olup da bu
yağlanma işlemi gerçekleşmezse, gözün her hareketinde çok büyük ve dayanılmaz
ağrılar meydana gelirdi. Oysa sağlıklı bir insan, bu sistem sayesinde hayatı
boyunca böyle bir rahatsızlık çekmez.
GÖZ AKI
Göz akı, gözü çepeçevre kuşatır ve göz içindeki dokuların
korunmasını sağlar. Gözün ortasındaki renkli bölümü çevreleyen beyazlık da bu
katmanın görünen bölümüdür. Göz akı, yumuşak ve jölemsi bir yapıya sahip
olsaydı gözün korunması gerektiği gibi sağlanamayacaktı. Ayrıca göze toz veya
herhangi bir yabancı madde kaçtığında bu cisim göze yapışacağı için çıkarması
zorlaşacak, büyük zararlar verecekti. Oysa göz akı sert olduğu için gözyaşının
da yardımıyla yabancı maddeler kolaylıkla gözden temizlenir.
KORNEA
Eğer korneayı oluşturan ince doku gözün bütününü
kaplasaydı göz dış etkilere karşı son derece savunmasız ve güçsüz kalacak,
sonuç körlük olacaktı. Eğer göz akını oluşturan sert ve mat doku gözün önündeki
saydam tabaka üzerinde devam etseydi, ışık merceğe ulaşamayacak ve görüntü
oluşamayacaktı.
Korneanın netliği tam olarak sağlanmasaydı hiçbir zaman
düzgün bir görüntüyle muhatap olunamayacak, insan devamlı olarak bulanık
görecekti. Böyle bir görüntü olsaydı dünya, elbette şu anda olduğundan çok
farklı olacak, herşey puslu bir perde arkasından izlenecekti. Bu yüzden dış
dünyayı bu incecik canlı tabakanın izin verdiği netlikte izleyebiliriz.
GÖZÜN BULUNDUĞU YER
Göz, oldukça karmaşık bir yapıya ve çok özel bir işleve
sahip olmasına rağmen bedenimizde çok küçük bir yer işgal eder. Tıpkı değerli
bir mücevherin kutusunda saklanması gibi kafatasımız içinde dış etkilerden
korunacak bir biçimde saklanır. Sahip olduğu görevin önemi ile doğru orantılı
olarak, üstün bir tasarım sayesinde korunur. Gözler, altı kemik uzantısı ile
kafatasına bağlanan, etrafları özel dokularla çevrelenmiş göz yuvaları içinde,
koruyucu bir yağ yastıkçığı üzerine yerleştirilmişlerdir. Burun kemeri, kaşlar
ve elmacık kemikleri tarafından dış etkenlere karşı korunurlar. Gözleri
çevreleyen tüm bu kemik ve dokular hep birlikte "göz çukuru" olarak
adlandırılır. Gözler, çok iyi korunmalarının yanısıra vücutta, görmeyi en rahat
ve en ideal biçimde sağlayacak bir bölgeye yerleştirilmişlerdir. Bu bölge,
vücudumuzu ve uzuvlarımızı en mükemmel şekilde kontrol ve idare edebilmemizi
sağlayacak bir konuma sahiptir. Gözlerimizin şu anki yerleri dışında
vücudumuzun herhangi başka bir yerinde bulunmalarının doğuracağı sakıncalar
saymakla bitmez. Dahası gözlerin başımızda bulunması, onların her an sağlık ve
emniyetini sağlama bakımından da en uygun durumdur. Boynun, küçük ve hızlı bir
refleks hareketiyle, gözün ona zarar verebilecek herhangi bir cisimle teması
engellenmiş olur. Gözler yüz üzerinde de en ideal konumda bulunurlar. Acaba
gözler yüzün başka bir yerinde, örneğin burnun altında bulunsalardı ne olurdu?
Hem emniyet açısından riskli bir durum oluşur hem de estetik olarak oldukça
rahatsız edici bir görünüm meydana gelirdi. Görüş açısı da şu ankinden çok daha
kısıtlı olurdu. Gözlerin her yönden, olabilecek en ideal yerde, simetrik bir
biçimde bulunmaları estetiğe de son derece uygundur. İki gözün arası ortalama
tek göz boyundadır. Bu oran bozulduğunda, gözlerin arası daha açık veya daha
yakın olunca yüzün tüm ifadesi değişir.
KAŞ VE KİRPİK
Zeis adlı bezlerin salgıladıkları yağlı bir salgı ile
kirpikler yağlanır, kavisli elastik bir yapı kazanırlar. Eğer bu ince bakım
yapılmasaydı kirpikler son derece sert, fırça gibi olacak, her göz kırpmada
rahatsızlık verici bir karışma ve takılma hissi meydana gelecekti. Kaşlarımız
da alnımızdan akan terlerin gözün içine girmesine engel olur. Ayrıca güneş
ışınlarını kırarak gözün içine yansımasını engeller. Bunun yanı sıra insan
gözünün estetik görünümünü tamamlayan çok önemli birer unsurdurlar.
KULAK
Kulak deliği sesi toplayıp içeri verebilmesi için kulak
kepçesi ile çevrelenmiştir. Kulağın yüksek frekanslı sesleri işitme
kabiliyetine maskeleme denilir. Bu maskeleme sayesinde bir ses ötekini örtmez
ve ikinci ses aslında işitilmez olur. Maskeleme aynı zamanda aynı andaki
yüzlerce sesi birden işiterek aklın karışmamasını sağlar. Eğer çok hassas bir
kulağa sahip olsaydık, kalbimizin atarken çıkardığı sesten, yerdeki mikroskobik
böceklerin çıkardığı hışırtılara kadar birçok sesle her an muhatap olmak durumunda
kalacaktık. Bu da bizim için oldukça rahatsızlık verici bir durum meydana
getirecekti.
DİŞLER
Eğer ağzımızdaki dişlerin hepsi aynı cins olsaydı,
örneğin 32 köpek dişi veya 32 kesici dişe sahip olsaydık yemek yememiz hemen
hemen imkansız hale gelirdi. Her diş olması gerektiği yerdedir. Kesiciler
olmaları gerektiği gibi ön tarafta, azılar yine olmaları gerektiği yerde arka
taraftadır. Bunların yerinin değiştirilmesi bile dişleri tamamen kullanışsız
hale getirebilir. Ön dişleriniz keskindir böylece elmayı kolaylıkla
ısırabilirsiniz. Peki ya arkadaki azı dişleriniz ön kısımda olsaydı? Bu durumda
elmayı azı dişlerinizle kesemezdiniz. Aynı şekilde kesici ön dişleriniz
ağzınızın arka kısmında olsaydı, bu kez de yediğiniz yiyecekleri
çiğneyemezdiniz. Birbirinden bağımsız olan üst ve alt dişler arasında da
kusursuz bir uyum vardır. Her iki bölgedeki dişler, çene kemiği kapandığı zaman
tam olarak birbirlerinin üzerine oturacak şekilde tasarlanmıştır. Örneğin tek
bir azı dişiniz diğer dişlerden daha uzun olsa veya üzerinde fazladan bir
çıkıntı bulunsa, ağzınızı kapayamazdınız. Bu durumda konuşma ve yemek yeme gibi
ihtiyaçlarınızı dahi karşılayamaz duruma gelirdiniz. Eğer dişlerimiz olmasaydı, yiyecekleri
yeterince parçalayamazdık ve boğazımızdan geçişleri mümkün olmazdı. Geçseler de
yemek borusunda çok büyük tahribat oluştururlardı.
BURUN
Solurken ciğerlerimize çektiğimiz havanın soğuk ve kirli olması
sağlığımızı olumsuz yönden etkiler. Nefes almanızla birlikte burnunuza
dolan hava temizlenmeye başlar. Özel bir klima gibi çalışan burnumuzun içinde
filtre işlevi gören tüycükler kirli, sıcak, soğuk ya da nemli havayı
akciğerlerimiz için uygun hale getirirler. Bu tüycükler sayesinde soluduğumuz
hava süzülür, temizlenir, nemlendirilir, ısıtılır ve içindeki bakterilerden
arındırılır. Burnumuzdaki küçük tüycükler sayesinde her gün milyonlarca yabancı
maddeye karşı vücudumuz korunmaktadır.
Burnumuzun bu kadar fazla sayıdaki yabancı
maddeyi tanıyıp, ayırt etmesi oldukça detaylı bir işlemdir. Milyonlarca yabancı
maddenin tesadüfen tanınması ve burundan geçişine izin verilmemesi tesadüfen
olacak bir iş değildir.
Eğer burun kıkırdaktan değil de
deriden olmuş olsaydı, soluk alışverişler imkansız hale gelirdi. Yüzün en
çıkıntılı kısmı olan burun eğer kemikten olsaydı, en ufak darbelerde bile hemen
kırılırdı.
Şu anda bulunduğunuz ortamda taş,
demir, cam gibi kokmayan maddeler vardır. Çünkü bu saydıklarımız oda
sıcaklığında buharlaşmazlar. Bir anlığına odanızdaki herşeyin koktuğunu var
sayalım. Böyle bir durumun ne kadar rahatsızlık vereceğini hiç düşündünüz mü?
İlginç olan diğer bir gerçek de, suyun düşük ısılarda buharlaşma özelliğinin
olmasına rağmen kokusunun olmamasıdır. Sudaki bu özel tasarım da çok önemlidir.
Böylece kuru bir gül ile yeni sulanmış, üzerinde su damlaları bulunan bir gülün
kokusu arasında farklılık olmaz. Diğer bir ifadeyle, gülün doğal kokusu
bozulmamış olur. Ayrıca havada bulunan su buharı yani nem mevcut kokunun
etkisini güçlendirir. Örneğin yağmur sonrası buharlaşan su molekülleri
çiçeklerin kokulu taneciklerini de havaya kaldırır ve çiçeklerin hoşa giden
kokularının etrafı sarmasına yardımcı olur.
Kokulardaki
söz konusu düzenlemenin insan sağlığı açısından hayati bir önemi olduğu
tartışılmazdır. Genel olarak, tehlikeli veya zararlı maddeler kötü kokarlar ve
böylece hemen ayırt edilirler. Örneğin maydanoz, zehirli olan baldıran
bitkisine görünüş olarak çok benzer. Fakat kokuları birbirlerinden tamamen
farklıdır. Maydanozun kendine has bir kokusu, baldıranın ise son derece rahatsız
edici, kötü bir kokusu vardır. Bu sistem olmasaydı, baldıranı maydanoz
zannederek yanılabilirdik veya zehirli bir kimyasal maddeyi meyve suyu sanarak
içebilirdik. Yaşadığımız sürece zehirlenme tehlikesiyle iç içe yaşardık. Buna
önlem olarak da, herhalde elimizde neyin faydalı neyin zararlı olduğunu
açıklayan listeler ve kitaplarla dolaşmak zorunda kalırdık. Tatları algılama
fonksiyonu koku alma duyusuyla bağlantılı olduğundan, bozulmuş bir yiyeceği
fark edip hemen ağzınızdan dışarı atmanızın sebebi çoğu zaman kokusudur. Eğer
koku algılama sisteminiz işlevini yitirseydi, yediğiniz şeyin tadını da tam
olarak alamayacak ve muhtemelen bu tehlikeyi fark edemeyecektiniz. Evinizde
başlayan yangını, dumanı görmeden fark edemeyecek, etrafı saran yanık kokusunu
asla anlayamayacaktınız. Ayrıca koku alma duyarlılığımız daha az olsaydı, bizim
için tehlike oluşturan durumları yine fark edemeyebilirdik. Koku alma duyumuz
bir köpekteki kadar güçlü olsaydı, her an dikkatimizi dağıtan ve oldukça
rahatsızlık veren durumlar ortaya çıkardı. Söz konusu dengeler koku
moleküllerinin yapılarında da görülebilir. Örneğin, normal şartlarda bize güzel
gelen bir koku yüksek konsantrasyonda olduğunda hoşumuza gitmez. Bitkilerin
kokuları bahçede oldukça etkileyicidir, ancak aynı bitkilerden yapılan ağır bir
esans rahatsız edicidir. Bu da onların kokularının insan için ideal oranda
olduğunun bir göstergesidir.
DİL
Yediklerinizin ve içtiklerinizin
güzel kokularını ve tatlarını alamadığınızı varsayın; ne kadar önemli
olduklarını hemen kavrarsınız. Örneğin, çileği çilek yapan onun kokusu ve
tadıdır; bunları hissedemezseniz, çileğin ne demek olduğunu da bilemezsiniz.
Dünyaya geldiğinizden bu yana koku ve tat alma duyularınızı kullanıyor, on
binlerce kokuyu ve tadı hiçbir güçlük çekmeden algılayabiliyorsunuz. Üstelik
bunları elde etmek için hiçbir eğitim almadınız, özel bir çaba harcamadınız.
Yemekleri öğütmede dilin önemli
bir rolü vardır. Çok hassas bir tat ölçme özelliğine sahip olan dil, aynı
zamanda yiyeceklerin ağızda yuvarlanarak boğazdan geçişinde kolaylık sağlar.
Dilin üst yüzeyinde ve yanlarında bulunan dört farklı tada; acıya, tatlıya,
tuzluya ve ekşiye duyarlı binlerce tat noktası vardır. İşte bu tat tomurcukları
her gün yediğimiz onlarca çeşit besinin tadını birbirlerine hiç karıştırmadan
algılamamızı sağlar. Öyle ki dil daha önce hiç tanımadığı bir besinin tadını da
kolaylıkla ayrıştırabilir. Bu sayede hiçbir zaman bir karpuzun tadını greyfurt
gibi ekşi olarak algılamayız veya bir pastaya tuzlu demeyiz. Üstelik tat tomurcukları
milyarlarca insanda aynı besinde aynı tadı algılar. Herkes için tatlı, tuzlu,
ekşi gibi kavramlar aynıdır. Bazı bilim adamları dilin bu yeteneğini
"olağanüstü kimya teknolojisi" olarak adlandırırlar. Peki dilin
üzerinde az sayıda tat noktası olsaydı ne olurdu? O zaman yediğimiz
yiyeceklerin hiçbirinin tadlarını alamazdık. Ne tatlının, ne ızgaranın, ne
ekmeğin, ne de başka bir yiyeceğin tadını bilemezdik. Her ne yersek yiyelim,
hep aynı yavan tadı alırdık. Yemek yemek zevkli bir nimet olmaktan çıkarak, her
gün yapmak zorunda olduğumuz eziyetli bir iş haline gelirdi. Ancak böyle olmaz
ve dildeki özel tat tomurcukları sayesinde yediğimiz bütün yiyeceklerin
tatlarını ayırt edebiliriz.
10
gün önce tadıp beğendiğimiz bir yemeğin tadını hatırlayabiliriz. Bu yemeği
tekrar yesek, daha önce aldığımız aynı tadı alır ve aynı zevki duyarız. Çünkü
yemeğin tadı bize tanıdıktır. Ancak ilginç olan, dilimizde bulunan tat
hücrelerinin 10 gün öncekilerle aynı olmamasıdır. Ömrünü tamamlayan tat
hücreleri eğer yenilenmese, tat alabilmek için yapılabilecek pek bir şey
olmazdı. Yediğimiz şeyin lezzetli bir yemek veya bir tahta parçası olması bir
şeyi değiştirmezdi. "Tatlı"nın neye benzediğini unutur, zehirli veya
bozuk bir yiyeceğin farkına bile varamazdık.
Yemek yerken, aslında sağlığımızı doğrudan
doğruya etkileyecek kararları da alırız. Neyi yememiz neyi yemememiz
gerektiğini biliriz. Hangi gıdaların besleyici ve yenilebilir olduğunu,
hangilerinin besin değeri taşımadığını, hangilerinin zararlı olabileceğini
anlarız. Kötü tatlarını hemen algıladığımız bozulmuş gıdaları çöpe atarız.
Ekşilik oranına bakarak, olgun bir meyveyi ham olanından ayırt ederiz. Asitli
bileşikleri ekşi tatlarından tanırız. Vücudumuzun içindeki koşulları sabit
tutmak için gerekli olan mineral tuzları ve sıvıları, hücrelerimizdeki protein
sentezinde kullanılan amino asitleri, enerji ihtiyacımızı karşılayacak
karbonhidrat ve yağları elde edebileceğimiz gıdaları kolaylıkla seçebiliriz.
Dahası, neyi ne zaman yememiz, ne zaman yemememiz gerektiğini de biliriz.
Kendimizi halsiz hissettiğimiz dönemlerde vitamin, mineral ve şeker oranı
yüksek gıdaları tercih ederiz. Tansiyonumuz düştüğünde tuzlu besinler alır,
yükseldiğinde ise tuzlu yiyecek ve içeceklerden uzak dururuz. Bunların tümünü
yapabilmemize olanak sağlayan harika bir sisteme, tat alma duyusuna sahibiz.
EL
Bir çayı karıştırmak, gazetenin sayfalarını çevirmek,
yazı yazmak gibi sıradan gördüğümüz işlemleri yürüten elimiz mükemmel bir
mühendislik harikası olarak çalışmaktadır. El birbirinden farklı çok sayıda
işleve sahiptir. Çok sayıda kas ve sinire sahip olan kollarımız, şartlara göre
elimizin kuvvetli veya yumuşak kavramasında yardımcı olurlar. Örneğin insan
eli, yumruk sıkılmamış haldeyken bile herhangi bir nesnenin üzerine 45 kilo
ağırlığında bir güçle darbe indirebilir; diğer taraftan başparmak ve işaret
parmağı arasına aldığı, milimetrenin onda biri inceliğindeki bir kağıt
parçasını da hissedebilir. Görüldüğü gibi bu iki işlem de birbirinden tamamen
farklı niteliklere sahip işlemlerdir. Biri çok ince bir ayar gerektirirken,
diğeri tam tersine büyük bir güç gerektirmektedir. Ama biz, kağıdı alırken de,
yumruk atarken de 1 saniye bile nasıl yapmamız gerektiğini düşünmeyiz, ikisi
arasındaki güç farkını ayarlamayı da düşünmeyiz. Biz bunları yaparken aslında elimizin
ne kadar önemli bir işi başardığını fark etmeyiz bile. Yani hiçbir zaman
"şimdi masanın üzerinden bir kağıt alacağım en iyisi 500 gramlık bir güç
uygulayayım" veya "şimdi topu atacağım 5 kiloluk bir güç uygulayayım"
diye düşünmeyiz. Tüm bunları otomatik olarak hiçbir şey düşünmeden yaparız. Çünkü insan eli bütün bu işlemleri aynı anda yapabilecek
şekilde tasarlanmıştır. Eldeki bütün parmaklar, işlevlerine göre en uygun
uzunluktadırlar ve en uygun yerdedirler, ayrıca birbirlerine orantılıdırlar. Bütün
insanlar bir araya gelseler, parmakların diziliş şeklini şimdikinden daha
elverişli şekilde yapamazlar. Zira bu diziliş şekli, alıp vermeye, tutmaya,
kavramaya en elverişli şekildir. Parmakların kullanış biçiminde, baş parmak bir
tarafta, diğer dört parmak da bir tarafta bulunur ve hepsini baş parmak idare
eder. Mesela, normal başparmağa sahip bir elle atılan yumruğun gücü, normalden
daha kısa bir başparmağa sahip elin attığı yumruğun gücünden daha fazladır.
Çünkü başparmak, kendisi için seçilen uygun uzunluk sayesinde diğer parmakların
üzerine kıvrılabilmekte, böylece onları destekleyerek güç artırımını
sağlamaktadır. Tüm bunların üstüne; insanda iki elin aynı anda, mükemmel bir
uyumla çalıştığı da eklenince, eldeki tasarımın kusursuzluğu daha net ortaya
çıkmaktadır.
TIRNAKLAR
Tırnaklarımız parmaklarımızı mekanik dış tehlikelere
karşı korurlar. Özellikle el tırnaklarımız parmaklarımız için çok önemlidir.
Tırnaklar olmasaydı derimizin yumuşak tabakası ile eşyaları tutup
kaldıramazdık. Kökteki hücreler ölü bir hücre olan keratin üretirler ve yeni
hücreler üredikçe ölü tırnağı dışarı doğru iterler. Bu nedenle de aynen
saçlarımız gibi tırnaklarımızı keserken de acı duymayız.
Tırnaklarımız derimize her iki yandan elastik fiberlerle
bağlıdırlar. Bu sayede yanlardan bağlı oldukları halde uzadıkça rahatlıkla
ilerlerler. Derideki yatakları ile irtibatı biten tırnaklar beyazlaşır ve
kesilmeyi beklerler. Ayrıca bu kısmın da küçük objeleri tutmak ve bir
tarafımızı kaşımak gibi çok ciddi fonksiyonları vardır. Dışarıdan çok basit bir
yapıymış gibi görünen tırnaklarımız aslında çok karışık ve tam anlaşılamamış
bir yapıya sahiptirler. Tırnakları oluşturan kısım psikolojik değişmelere de
duyarlıdır. Stresli zamanlarda, uzun süren yüksek ateşte, zararlı içkiler
alındığı zaman çatlarlar, lekeler oluşur, kalınlaşır veya incelirler, yani
deforme olurlar. Bu özellikler tırnaklarımızı sağlık durumumuzu ortaya koyan
önemli ipuçları haline getirir.
TÜKÜRÜK SIVISI
Ağızda birbirinden farklı özelliklere sahip iki farklı
tükürük sıvısı salgılanmaktadır. Bunlardan biri karbonhidratları çok ince bir
şekilde parçalar ve kısmen şekere dönüştürür. Örneğin ekmek bir
karbonhidrattır. Eğer ağzınıza bir parça ekmek alır ve birkaç dakika yutmadan
bekletirseniz, parçalanan karbonhidratın şeker tadını dilinizde hissedersiniz.
Diğer tükürük sıvısı ise çok yoğun bir kıvama sahiptir. Bu yapışkan sıvı
sayesinde yemek yerken ağzın her tarafına yayılmış olan yiyecek parçaları
biraraya getirilerek lokma şeklini alır. Peki tükürük salgısı olmasaydı ne
olurdu? Elbette ki ağzımızdaki kuruluktan dolayı ne yediklerimizi yutabilir, ne
besinlerin tadını alabilir, ne de rahatça konuşabilirdik. Katı hiçbir besini
yiyemez, sadece sıvı olanlarla beslenmek zorunda kalırdık. Bu da insan için
oldukça zor bir durum olurdu.
MİDE
Ağızda
parçalanan besinler yemek borusunu geçerek mideye gelirler. Mideye gelindiğinde
ise başka bir mükemmel denge ile karşılaşılır. Besinlerin midedeki sindirimi,
parçalayıcı etkiye sahip çok güçlü bir sıvı tarafından yapılır. Bu sıvı
midedeki hidroklorik asittir. Bilindiği gibi, asitlerin parçalayıcı etkisi
vardır. Değdikleri yeri yakarak eritirler. Örneğin tıkanık lavaboları açmak
için kullanılan malzemelerin içinde asit vardır. Bu asitler borularda birikmiş
olan besin artıklarını ve kirleri anında parçalara ayırıp, tıkanık yerlerin
açılmasını sağlarlar. İşte midemizde bulunan bu güçlü asit sayesinde de büyük
parçalar halinde mideye ulaşan besinler, vücudumuzun kullanabileceği hale
gelirler. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta daha
vardır.
Yediğimiz
besinleri midedeki asitin parçaladığından söz ettik. Peki bu asit nasıl olur da
kendisi de etten oluşan midemizi parçalamaz? Bir düşünün, örneğin akşam
yemeğinde yediğiniz etleri midenizdeki asit sindirirken, yine aynı şekilde bir
et olan midenizin kendisini nasıl olup da görmezden geliyor? İşte burada da bir
mükemmellik ortaya çıkmaktadır. Bu sistem içerisinde midenin kendisinin
sindirilmesini engelleyen bir koruma vardır.
Bu
koruma şöyle gerçekleşir; sindirim sırasında hidroklorik asitin mideyi
parçalamasını engellemek için "mukus" adı verilen bir başka sıvı daha
salgılanır. Bu sıvı midenin iç duvarlarını tamamen örter ve hidroklorik asitin
mideye zarar vermesini engeller. Böylece midenin kendi kendini sindirmesi
engellenmiş olur.
Yemek
borusu olmadan midenin olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü yiyecekleri mideye
taşıyan yemek borusudur. Veya mide olmadan bağırsakların bir işe yaraması
mümkün değildir. Çünkü midede sindirilen besinler bağırsaklara geçerek
hücrelerimize kadar ulaştırılacak hale getirilirler.
Vücudumuzun
sindirim mekanizması eksiksiz olarak planlanmıştır. Ağızdan başlayıp, yemek
borusu, mide ve bağırsaklar boyunca devam eden bu yolculuk sırasında yediğimiz
yiyecekler çeşitli aşamalardan geçerler. Ve sonunda hücrelerimizin ihtiyaç
duyduğu besinler elde edilmiş olur. Bunlar da bağırsaklardan kan yoluyla
dağıtılmak üzere vücuda gönderilir. Eğer bu mekanizma kusursuz bir şekilde
işlemeseydi, yediğimiz yiyeceklerin hazmedilmesi bizim için çok zor olurdu.
Eğer
midemiz besinleri sindirip, parçalayacak özellikte olmasaydı, yediğimiz her
yiyecek koca bir kütle şeklinde midede kalıp rahatsızlığa neden olurdu. Ayrıca
besinlerin sindirilememesi demek vücudumuzun beslenememesi anlamına gelir.
Beslenemeyen vücut da bir süre sonra tüm gücünü kaybeder ve hücreler ölmeye
başlar. Ancak biz bu ihtimalleri yaşamayız.
KONUŞMA
Ses, akciğerlerden nefes borusu ile yukarı
doğru çıkan havanın, gırtlakta bulunan iki adet ses telini titreştirmesi sonucu
oluşur. Ses tellerinin ses çıkarabilmesi için aralarındaki mesafe, uzunluk,
gerilim gibi birçok özelliğin çok ince düşünülmesi ve hesaplanması gerekir.
Sesin oluşumundaki detaylar, sadece ses telleri ile sınırlı değildir. Nefes
borumuzun ağız boşluğuna açılan kısmında yer alan gırtlak boyunca, ses telleri
dışında uzanan başka kaslar da yer alır. Bu kaslar teller arasındaki hava
boşluğunu ve tellerin uzunluğunu kontrol ederler ve ses tellerinin
titreşebilmesi, hava akımının geçebilmesi için gırtlağı oluşturan diğer
kaslardan bağımsız olarak hareket ederler. Sesin oluşabilmesi için gırtlaktaki
kaslar, dil, dişler, damak, dudaklar gibi pek çok organ ve hava birbiri ile
mükemmel bir uyum içerisinde çalışır. Eğer böylesi bir organizasyon olmasaydı
konuşmak istediğimiz zaman ortaya anlaşılmaz ve rahatsız edici bir gürültü
çıkardı.
İnsanın gırtlağının yapısında konuşmaya
yönelik bir başka detay, diğer canlılara oranla insan gırtlağının çok daha
aşağıda olmasıdır. Bu detay gırtlaktan çıkan nefesin farklı seslere dönüşmesini
sağlar. Gırtlağın bu özelliğinden dolayı nefes borusuna sürekli besin kaçma
ihtimali vardır. Bu risk, bebeklik döneminde kazanılan reflekslerle ve “küçük
dil” olarak adlandırılan organla ortadan kaldırılmıştır.
Yeni doğan bebeklerin gırtlakları yetişkinlere
göre yüksektedir. Böylece henüz konuşmadığı için gırtlak yapısına gereksinim
duymayan bir bebek, süt emerken aynı anda nefes alabilir ve yetişkinlerde
olduğu gibi yuttuklarının nefes borusuna oradan da akciğere kaçma riskini
taşımaz. Ancak ileride konuşma için zorluk çıkaracağından, çocuk konuşma çağına
girmeden, gırtlak aşağıya iner. Yani tam gereken zamanda tam gereken şekilde
gelişir.
Hiçbir bebek doğduğu zaman harfleri söylerken
ağız boşluğunu nasıl kullanacağını bilmez, fakat konuşma zamanı geldiğinde
Afrika’daki kabilede yaşayan bir çocuk da, New York’ta oturan bir çocuk da
harfleri aynı şekilde söyler. Kuşkusuz bu büyük bir mucizedir.
Tüm konuşmanın organizatörü, beyindeki bir
bölgedir. Burada düşüncenin ana yapısı oluşur, kulak ve gözlerden gelen
sinyallerle birleştirilir ve boğaza gönderilir.
Hayvanların beyinlerinde böyle bir bölge yoktur. Bazı papağan, muhabbet kuşu hatta karga türlerinin konuşabilmeleri ise bilinçli bir konuşma şekli değildir. Sadece ezberleme ve tekrar edebilme yeteneklerinden kaynaklanır.
Beyin sadece bir et parçasıdır. Bu et parçasının düşünüp, konuşmaya karar vermesi hangi harflerin hangi organları kullanarak çıkacağını belirleyebilmesi, kelimelerin anlamlı bir biçimde ve düşünmeden çıkarak dinleyenin anlayabileceği cümlelere dönüşmesi elbette bir et parçasının yapabileceği işlemler değildir. Beyin sadece konuşmayı yönlendiren bir vesiledir.
Hayvanların beyinlerinde böyle bir bölge yoktur. Bazı papağan, muhabbet kuşu hatta karga türlerinin konuşabilmeleri ise bilinçli bir konuşma şekli değildir. Sadece ezberleme ve tekrar edebilme yeteneklerinden kaynaklanır.
Beyin sadece bir et parçasıdır. Bu et parçasının düşünüp, konuşmaya karar vermesi hangi harflerin hangi organları kullanarak çıkacağını belirleyebilmesi, kelimelerin anlamlı bir biçimde ve düşünmeden çıkarak dinleyenin anlayabileceği cümlelere dönüşmesi elbette bir et parçasının yapabileceği işlemler değildir. Beyin sadece konuşmayı yönlendiren bir vesiledir.
SES
TONU
Ses; gırtlaktan
çıktıktan sonra ise, dil kökü, dil, dişler, dudaklar gibi organlarımızda son
şeklini alır. Bu sırada geniz, burun boşluğu ve sinüsler de titreşerek kişiye
özgü ses karakterleri ortaya çıkar. Üstelik hava her insanın gırtlağında farklı
girdaplar çizerek sesin kişiye özel olmasını sağlamaktadır. İnsanlar dışındaki
tüm canlıların sesleri birbirine benzerdir. Fakat insan sesi bunlardan
farklıdır. Çünkü her insanın sesinin bir kimliği vardır. Kendi sesimiz, ailemiz
ve tanıdıklarımızın sesleri sadece kişiye özgüdür. Hatta insan sesi o kadar
özeldir ki, göremediğimiz halde telefonu açar açmaz karşımızdaki kişiyi
‘merhaba’ deyişinden bile tanıyabiliriz. İnsan dışında hiçbir canlının sesini
dinleyerek onun cinsiyeti ayırt edilemez. İnsan ise bu açıdan farklıdır.
Konuştuğumuz insanı görmesek bile ses tonundan onun kadın mı yoksa erkek mi
olduğunu hemen anlayabiliriz. Bu elbette insanlara bahşedilen çok özel bir
detaydır. Bütün insanlar aynı sesle konuşabilir, her yerde aynı ses tonunu da
işitebilirlerdi. Kendi sesimiz, annemizin sesiyle, arkadaşlarımızın veya
komşumuzun sesi ile aynı olabilirdi. Bunun yanında aynı ses tonuyla bütün
insanların telefonla irtibat kurmaları pek çok açıdan riskli ve güç olurdu.
Çünkü herkes birbiri adına konuşma yapabilir, bu durumda insanları ayırt etmek
mümkün olmazdı. Ayrıca birbirinden farklı güzellikteki insan sesleri olmayacağından
tek düze bir müzik anlayışına sahip olurduk. İnsanlarda farklı ve benzersiz ses
tonu olması, insanlar arasındaki iletişimi kolaylaştırır, zevk alacakları
şarkılar ve sohbetler oluşturmasını sağlar.
AKCİĞER
Akciğerleriniz
sizin hareketlerinize göre kendini ayarlayan muhteşem bir organdır.
Koştuğunuzda akciğerleriniz çok daha fazla çalışır ve artan oksijen
ihtiyacınızı karşılar, oturduğunuzda ise daha yavaş çalışır, ancak hiç durmaz. Yaşadığınız
süre boyunca akciğerleriniz bir hava pompası gibi hiç durmadan vücut içine hava
alıp, daha sonra bunu dışarı pompalar. Bunu yaparken de solunum sisteminin
diğer elemanları ile birlikte bir uyum içinde hareket eder. Çünkü nefes
alabilmek için akciğerin varlığı tek başına yeterli değildir. Akciğerin
çalışmasını sağlayacak bir dış güce de ihtiyaç vardır. Bu güç göğüs kafesinin
hemen altındaki diyafram ve kaburga kemiklerinin aralarında bulunan kaslar
sayesinde kazanılır.
Nefes
alıp verirken, kendinize şöyle bir bakın. Kaburga kemiklerinizin dışarı ve
yukarı doğru hareket ettiğini göreceksiniz. Bu sırada akciğerin altında bulunan
diyafram kası da aşağı doğru yassılaşır. Akciğer nefes borusundaki havayı
aşağıya doğru çeker. Soluk verildiği zaman da kaburga kemikleri içeri doğru
geri çekilir. Kaburganın altında bulunan diyafram kası yukarı doğru hareket
eder. Akciğer sıkışınca küçük keseciklerdeki hava nefes borusundan dışarı
çıkmaya zorlanır.
Koşmak,
gülmek, yürümek, yatmak… Siz bunları hiç düşünmeden yaparsınız, ancak bütün bu
değişik hareketler sırasında akciğerlerinizde vücudunuzun oksijen ihtiyacını
belirleyen otomatik bir solunum denetim sistemi çalışmaktadır. Hareket
halindeyken vücut hücrelerinin aktiviteleri artar, hücreler daha çok güç ve
enerji harcar. Bu yüzden vücuttaki 100 trilyona yakın hücre normalden daha
fazla oksijene ihtiyaç duyar. Oksijen ihtiyacının artmasının yanısıra
hücrelerin ürettikleri fazla karbondioksitin de vücuttan hemen atılması
gerekmektedir. Eğer artan oksijen talebi karşılanmazsa bu durumdan bütün vücut
hücreleri zarar görür. Bu nedenle solunum hızlanır, yani akciğerler daha hızlı
çalışır.
Son
derece hayati olan bu durum yine mucizevi bir sistem sayesinde çözüme
kavuşturulmuştur. Beyin sapı olarak adlandırılan bölgede kandaki karbondioksit
oranını devamlı kontrol eden alıcılar vardır. Bu alıcıların bağlı olduğu
merkezler, içinde bulunulan duruma göre akciğerlerin çalışmasını sağlayan
kaslara gerekli emirleri gönderir. Beyin sapı haricinde akciğerlerin dış
yüzeyinde bulunan basınca karşı hassas algılayıcılar da, akciğerin gereğinden
fazla gerilmesi durumunda beyin sapına, solunum derinliğinin azaltılması için
gerekli olan emirleri gönderirler. Bu işlemler her gün, her saniye, her an hiç
durmadan tekrarlanır.
KEMİK
Kemikler hem son derece sağlam,
hem de rahatlıkla kullanılabilecek hafifliktedirler. Eğer aksi olsaydı, yani
kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemik ağırlığı
insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve
sert olup en küçük bir darbede çatlama ve kırılma yapardı. Kemiklerimizin bu
mükemmel tasarımı, bizim son derece rahat bir hayat sürmemizi, çok zor
hareketleri kolaylıkla ve hiç acı duymadan yapabilmemizi sağlamaktadır.
Kemiğin
yapısının bir başka özelliği de vücudun gerekli bölgelerinde esnek bir yapıya
sahip olmasıdır. Örneğin göğüs kafesi; kalp ve akciğer gibi hayati organları
korurken, bir yandan da akciğerlere havanın dolmasını ve boşalmasını sağlayacak
şekilde genişler ve büzülür. Kemiklerin esneklikleri zamanla değişebilir.
Örneğin kadınlarda leğen kuşağı kemikleri, hamileliğin son aylarına doğru
gevşer ve birbirlerinden biraz ayrılırlar. Bu son derece önemli bir ayrıntıdır,
çünkü bu gevşeme sayesinde bebeğin başı doğum sırasında ezilmeden dışarı
çıkabilir.
Her
adım atışımızda omurgamızı oluşturan omurlar birbiri üstünde hareket ederler.
Bu sürekli hareket ve sürtünme, omurların aşınmasına sebebiyet verecekken bu
tehlikeyi önlemek için her bir omur arasına disk denen dayanıklı kıkırdaklar
yerleştirilmiştir. Bu diskler amortisör görevi yaparlar. Dahası her adım
atışta, vücut ağırlığından kaynaklanan bir tepki kuvveti yerden vücuda gelir.
Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı"
kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez. Eğer tepkiyi azaltan esneklik ve
özel yapı olmasa, ortaya çıkan kuvvet direk kafatasına iletilirdi ve omurganın
üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi.
Eklemler bir ömür boyunca
hareket ettikleri halde yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü eklemlerin sürtünme
yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu
tabakaların altında koyu ve kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine
baskıda bulunursa bu sıvı, gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin
"yağ gibi"
kaymasını sağlar. İnsan bu tasarım sayesinde birbirinden çok farklı hareketleri
büyük bir hız ve rahatlık içinde yerine getirir. Herşeyin bu kadar mükemmel
olmadığını mesela tüm bacağımızın tek bir uzun kemikten meydana geldiğini
düşünün. Yürümek büyük bir sorun haline gelecek, son derece hantal ve
hareketsiz bir bedenimiz olacaktı. Bir yere oturmak bile güçleşecek, bu tür
hareketler sırasındaki zorlamalar nedeniyle bacak kemiği kolaylıkla
kırılabilecekti. Oysa insanın iskeleti, vücudunun her hareketine kolaylıkla
izin verecek bir yapıdadır.
Eğer
parmaklarımız birer kemikten oluşsaydı, siz bir kitabı tutamazdınız. Neden mi?
Çünkü dimdik duran bir kemiği bükmeniz mümkün değildir, zorladığınızda kemik
kırılır. Parmaklarınızı bükemeyeceğiniz için de cisimleri kavramanız, bir yere
tutunmanız, yazı yazmanız, yemek yemeniz imkansız hale gelir. Bir kitabı rahatlıkla
tutabilmeniz hatta bir taraftan da meyve suyunuzu içebilmenizin sebebi,
elinizde -parmaklarınızdakiler de dahil olmak üzere- birbirine bağlı tam 27
tane kemiğin olmasıdır.
Vücudumuzdaki
kemiklerin hepsi yerlerine çok akıllıca bir planla yerleştirilmiştir. Bu plan
sayesinde öne doğru eğilebilir, dizlerinizi bükebilir, başınızı yanlara doğru
çevirebilirsiniz. Ancak dikkat edin tüm bunları sadece kemiklerinizi kullanarak
yapmanız da mümkün değildir. Çünkü kemikler eğilip, bükülemezler. Bu işlemler
için kemiklerin birbirleriyle bağlantı noktalarında eklemlerimiz bulunur.
Eklemler sayesinde rahatlıkla kolumuzu büker, bacağımızı kaldırır,
parmaklarımızı kullanabiliriz.
Eklemlerin kemiklerimizin hareketi için ne
kadar önemli olduğunu daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verelim:
Tahtadan bir kukla yaptığınızı düşünün. Bu
kuklanın kollarını oynatabilmesi için ne yapmanız gerekir? Elbette ki omuzuyla
kolunun birleştiği yere oynak bir parça takmadan kuklanın kolları hareket
etmeyecektir. Peki ya bacaklarını nasıl oynar hale getireceksiniz? Bunun için
de bacakla gövdenin birleştiği yerde oynar bir parça kullanmak gerekir. Ancak
bu şekilde tahta kuklanın kollarını ve bacaklarını oynatabilirsiniz. Aynı
şekilde kol ve bacak yapımında kullandığınız tahtaları iki parçaya bölüp,
aralarına oynar parça yerleştirirseniz bu kez kuklanın kolları dirseklerinden,
bacakları da dizlerinden bükülebilir. Bu basit örnekten de anlaşılacağı gibi
kemiklerimizin fazla sayıda oluşu ve aralarında gerekli yerlere eklemlerin
yerleştirilmiş olması bizim rahat hareket etmemizi sağlar.
DERİ
Eğer bir
filin ya da gergedanınki kadar sert ve kalın bir deriye sahip olsaydık, oldukça
hareketli olan bedenimiz bu yeteneğini yitirecek ve hantallaşacaktı. Hangi
canlı türü olursa olsun deri hiçbir zaman gereğinden kalın olmaz. Derinin
yapısında çok ölçülü, çok kontrollü bir plan vardır. Üst deri hücrelerinin
sürekli öldüğünü ve bu işlemin belli bir yerde durmadığını düşünelim. Bu
durumda derimiz kalınlaşmaya devam edecek bir süre sonra aşırı kalın bir hale
dönüşecekti. Ama hiçbir zaman böyle olmaz, deri hep gerektiği kalınlıktadır.
Deri
hem korur, hem "klima" görevi görür, hem de esnekliği sayesinde
hareket kolaylığı sağlar. Dahası, son derece estetiktir. Bu tür bir derinin
yerine sert, kalın ve kaba bir derimiz olabilirdi. Esnek olmayan, bu nedenle
biraz kilo aldığımızda çatlayıp açılacak bir derimiz de olabilirdi. Ya da yazın
sıcaktan baygınlık geçirmemize, kışın kolayca donmamıza neden olacak bir deriye
de sahip olabilirdik. Ancak en konforlu, en kullanışlı ve en estetik şekilde
derimiz bedenimizi kaplamıştır.
Et,
doğadaki en dayanıksız malzemelerden biridir. Açıkta kaldığında birkaç saatte
bozulur, bir-iki gün içinde kurtlanır ve dayanılmaz bir koku yaymaya başlar. Bu
çürük malzeme, insanın vücudunun büyük bölümünü oluşturur. Ama onu besleyen kan
dolaşımı ve dışarıdaki bakterilerden koruyan deri sayesinde, 70-80 yıl boyunca,
bozulmadan, çürümeden saklanır.
İnsan derisi vücudun su
dengesinin bozulmasını engeller, dayanıklı ve esnektir, kendi kendini
yenileyebilir, vücudu zararlı ışınlardan korur, dış dünya ile olan bağlantıyı
sağlar, soğuk ya da sıcak havalarda vücut sıcaklığını korur.
Derimizi bizim için hayati yapan
görevlerinden birkaç tanesini saymak ve bunların üzerinde düşünmek derimizin
varlığının ne kadar önemli olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
ELEKTRİK
Şöyle bir düşünelim, elektriksiz hayat nasıl olurdu? Böyle bir durumda yüksek
katları asansörsüz çıkmanız, buzdolabında sakladığınız yiyeceklerin bozulmaması
için çözüm aramanız gerekecekti. Koltuğunuza yaslanıp televizyon izleyemeyecek,
mikrodalga fırında yemeğinizi ısıtamayacak, müzik setinizden sevdiğiniz bir müziği
dinleyemeyecek, saçınızı kısa sürede kurutamayacak, klimanızla
serinleyemeyecek, bir düğmeye basarak odanızı aydınlatamayacak,
bulaşık-çamaşır-kurutma gibi; temizliğiniz için gerekli olan makineleri
çalıştıramayacaktınız. Geceleri eviniz güvensiz ve karanlık olacak, elektrikli
kalorifer, su ısıtıcısı, masa lambası, video ve bilgisayar gibi hayatınızı
kolaylaştıran, yaşamınıza hız katan pek çok teknolojik aletten uzak bir
yaşantınız olacaktı. Şimdi de elektriksiz bir hayatı şehir çapında düşünelim:
Sağlık, trafik, ulaşım, haberleşme, güvenlik sistemleri, iş yerleri, su
dağıtımı, enerji üretimi, basın-yayın, bakım-onarım çalışmaları, elektriğe
bağımlı olarak işleyen alanlardan ilk akla gelenlerdir.
Kesilmesi durumunda hayatı durma noktasına getirebilen elektrik, bizim için tüm
bu saydıklarımızdan daha büyük öneme sahiptir. Şehir içindeki sistemlerin
işlemesi, kurulu düzenin devam etmesi nasıl elektriğe bağımlı ise, vücudumuzda
da enerji üretimi, iletişim, güvenlik, bakım-onarım gibi hemen hemen her türlü
işlem için elektriğe ihtiyaç duyulur. Kısacası elektrik, vücudumuz için hayati
bir öneme sahiptir. Çünkü vücudumuzdaki elektrik sistemi olmadan canlılıktan
söz etmemiz mümkün değildir ve vücudumuzdaki elektrik ihtiyacı, bir şehrin
ihtiyacından çok daha vazgeçilmezdir.
Pek çok insan elektrikten faydalanırken, kendi bedeninin de tıpkı içinde
yaşadığı şehir gibi elektriksiz çalışmayacağını bilmez ya da düşünmez. Oysa
vücudumuz kusursuz bir elektrik şebekesi ile donatılmıştır. İnsan vücuduna
baktığımızda, elektronik ile ilgili son derece karmaşık bilgileri kapsayan,
elektrik enerjisinden nasıl yararlanılacağını bilen akıllı sistemler
bulunduğunu görürüz.
Elektrik, elektronların hareketinden ortaya çıkan bir enerji biçimidir.
Vücudumuz da bu elektrik enerjisi olmadan çalışamaz; elektrik her birimizin
yaşamını sürdürebilmesi, konuşabilmesi, hareket edip istediklerini yapabilmesi
için hayati önem taşır. Aksi takdirde kişi ya felç olur ya da ölür. Çünkü elektrik
olmadığında bütün yaşamsal faaliyetler durur. İnsan elektrikle iletişimini
sağlayan, elektrikle hareket edebilen ve elektrikle beş duyusunu kullanabilen
bir varlıktır. Kişi bunun hiç farkında olmasa da, dünyaya geldiği andan
itibaren tümüyle elektrik enerjisine bağlı mekanizmalarla görmeye başlar,
bunlarla çevresini tanır ve gelişir.
Ölmek üzere olan kalbi durmuş bir hastaya ilk olarak elektrik şoku
uygulanmasının sebebi de budur. Böyle bir durumdaki hastaya iyileşmesi için
ilaç, vitamin veya herhangi bir besin maddesi verilmez. Vücuda fayda sağlayacak
çok sayıda madde varken kalbin çalışması için öncelikle elektriğe ihtiyaç
duyulur. Çünkü vücudun elektrik sistemi herhangi bir nedenle bozulduğunda veya
canlandırılması gerektiğinde, hiçbir şey elektriğin yerini tutmaz.
İnsan vücudu kendi elektriğini kendi üretir. Vücutta herhangi bir fonksiyonun
gerçekleşmesi için ilgili organa ya da dokuya bir sinyal gönderilmelidir. Hareket
eden tüm canlıların vücutlarında elektrik vardır. Bizi biz yapan, mesajları
yeterli hızda taşıyan tek şey elektriktir. Düşüncelerimiz, yürüyebilmemiz,
görmemiz, rüya görmemiz tüm bunlar temel olarak elektrik sinyalleri tarafından
yönlendirilip organize edilmektedir. Bunlar bir bilgisayarda meydana gelenlerle
benzerlik göstermektedir, fakat çok daha mükemmel ve komplekstir.
KALP
Vücudun daha fazla enerjiye ihtiyaç
duyduğu bir anda, kalp normal bir tempoda çalışsaydı, dengesi bozulacağından
vücutta hasarlar meydana gelirdi. Oysa kalbin sahip olduğu mükemmel yapı
sayesinde böyle bir şey olmaz. Bizim bir ayarlama yapmamıza gerek kalmadan
kalp, pompalanacak kan miktarını kendisi ayarlar. Kalbin pompalayacağı kan
miktarını özel bir sinir sistemi kontrol eder. İster uykuda olalım, ister
uyanık olalım sinir sistemimiz pompalanması gereken kan miktarı ve kan
pompalanış hızını kendiliğinden ayarlar. Hiçbir kalp, pompaladığı kanı
temizleyecek bir akciğer olmadıktan sonra, tek başına herhangi bir bedeni bir
dakikadan fazla yaşatamaz. Bu durumda dolaşım sisteminin tek bir anda tüm
parçalarıyla var olmuştur.
Her organ başına buyruk hareket
etse, kendilerine gelen emirleri geciktirse ya da bunlara gelişigüzel cevap
verse, istediği zaman büyüse, istediği zaman çalışsa oluşacak kaos ortamında
bir an bile yaşamamız mümkün olmazdı. Üstelik böyle bir karmaşa ortamının
yaşanması için sadece kısa süreli bir gecikme ya da az sayıda hücrenin
karışıklık çıkarması bile yeterli olurdu.
KAN
Vücudunuzun
herhangi bir yerinde ufak bir çizik bile olsa hemen kanamaya başlar. Bu, kan
damarlarının her yerinizi sardığını gösterir. Kan damarlarının vücudun her
noktasında olması çok önemlidir. Çünkü kan damarları sayesinde hücrelerin
ihtiyacı olan besinler taşınır. Hücrelerin çalışması için gerekli olan oksijen
de damarlardan akan kan sayesinde hücrelere ulaşır. Kan
bedenin içinde sürekli olarak dolaşır durur ve bu yolculuğu sırasında her an
mutlaka yapacağı bir iş vardır:
Kan, bedendeki haberleşmenin
neredeyse tamamını üstlenir.
Hücrelerin ve dolayısıyla bedenin
enerji kazanabilmesi için gerekli olan hammaddeler kanın içinde taşınır.
Bedenin sıcaklığını adeta bir
klima gibi ayarlar. Vücut ısımız, kan sayesinde sürekli olarak sabittir.
Kanın dolaşımı sırasında,
içindeki koruma birimleri sürekli olarak iş başındadır. Vücuda girebilecek
mikroplara karşı her an tetiktedirler.
Atıkların ve zehirlerin toplanıp
taşındığı bir kanalizasyon sistemi olarak da işlev görür.
Kan bir tür tamir birimini de
içinde barındırır. Damarlarda oluşan her yırtık ve hasar, bu birim tarafından
hemen belirlenir ve onarılır.
Kan, vücudun yiyecek servisini de
üstlenmiştir. Besinler tüm hücrelere kan vasıtasıyla dağıtılır.
Kan
damarlarında besinlerin taşınmasını deniz taşımacılığına benzetebiliriz.
Gemilerle yük taşınacağı zaman öncelikli olarak limanda yükleme yapılır. Bunun
için uygun paketleme ve yerleştirme yapılması şarttır. Yükleme bittikten sonra
gemi denize açılır ve yükü bırakacağı limana doğru hareket eder. Limana
vardığında paketler boşaltılır ve ilgili merkeze gider. Kan damarlarında da dev
bir okyanusta gemilerin yük taşıması gibi hücrelerin ihtiyacı olan besinler
taşınır. Oksijen, yağ, amino asitler paketler halinde kanda ilerler ve ilgili
hücreye geldiklerinde boşaltılırlar. Bu taşıma sisteminde hiçbir zaman hata
olmaz. Her madde ilgili hücreye doğru zamanda ve doğru miktarda ulaşır. Aksi
olsaydı ve bir hücreye oksijen yerine yağ gitseydi, bu o hücrenin ölmesine
sebep olurdu. Dikkat edilirse bu sistemdeki en ufak bir hata çok büyük
zararlara neden olabilirdi. Ancak böyle bir hata olmaz. Bedeninizde dolaşan kan, büyük bir mucizedir.
KANIN
PIHTILAŞMASI
Yara
olmadığı halde kan birdenbire pıhtılaşmaya başlasaydı ya da yaranın etrafında
oluşan pıhtı, bulunduğu yerden ayrılsaydı veya pıhtılaşmada rol alan proteinler
arasındaki haberleşmede aksaklıklar olsaydı… Bunlardan herhangi birinin olması
durumunda kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda
tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık. Kanın pıhtılaşması
denince, sadece gözle görülür yaralardaki pıhtılaşma akla gelmemelidir. Gün
içinde çok sık başımıza gelen, ancak çoğu zaman fark etmediğimiz kılcal damar
parçalanmalarının tamir edilebilmesi için de pıhtılaşma sisteminin olması
zorunludur. Bacağınızı masanın kenarına ya da sehpaya çarptığınızda çok sayıda
kılcal damarınız parçalanır. Bu durum iç kanamalara yol açar ancak pıhtılaşma
sistemi sayesinde kanama hemen durur ve arkasından tamir işlemi başlar.
Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili olarak nitelendirilen hastalık
ortaya çıkardı. Hemofili rahatsızlığı olan kişilerin en ufak bir darbeden bile
korunmaları gerekir. Çünkü özellikle hastalığın ileri aşamalarında çok ufak bir
kanama bile durdurulamaz, bu da hastanın kan kaybından ölümüne neden olur.
Kanımızdaki pıhtılaşma özelliği mutlaka olmak zorundadır. Üstelik çok sıkı bir
denetime tabi tutulması da gerekmektedir.
KAS
Yüzünüzde
mimik yapmakla görevli toplam 28 ayrı kas vardır. Bu kasların birarada
kasılmalarıyla binlerce farklı ifade oluşturabilirsiniz. Kızgınlık, şaşkınlık,
sevinç, gülümseme gibi ifadeleri bu kaslar sayesinde yaparsınız. Yüz kaslarının
yanı sıra vücudunuzdaki diğer kaslar da büyük bir uyum içinde çalışırlar.
Örneğin sadece tek bir adım atmak için ayaklarınızda ve sırtınızda bulunan 54
kas aynı anda çalışır. Bunun gibi daha yüzlerce hareketi kaslarımız sayesinde
kolaylıkla yaparız ve bunlar bize çok olağan gelir. Eğer kaslarımız eksik çalışsaydı
koşmak, yüzmek, bisiklete binmek bir yana tek bir adım atmamız bile imkansız
olurdu.
Şu
andan itibaren kaslarınızın kontrolü tamamen size bırakılsaydı acaba ne olurdu?
Örneğin kalp kasınızın denetiminin sizde olduğunu varsayalım. Bu durumda bütün
zamanınızı başka hiçbir şey yapmadan, kalp kasınızın kasılması ve gevşemesi
konusuna ayırmanız gerekecekti. Çünkü kalp kasınızın bir an bile durması
hayatınızın sona ermesi demektir. Uykuya daldığınız anda ise -artık kalbinizin
çalışmasını denetleyemeyeceğiniz için- yaşamınızı yitirmeniz kaçınılmaz
olacaktır. Ancak böyle bir şey hiç olmaz. Çünkü vücudumuzdaki mükemmel kontrol
sistemi sayesinde biz bunları düşünmek zorunda kalmayız.
AĞRI
Ağrılar sayesinde insan,
bedeninin içinde yolunda gitmeyen bir durum olduğunu anlayabilmekte, doktora
gidip bu rahatsızlığını tedavi ettirebilmektedir. Eğer ağrı olmasaydı, insan ne
midesinde bir rahatsızlık olduğunu anlayacak ne de böbreklerindeki bir taşın
varlığını fark edecekti. Fark etmediği için de ancak hastalığı sürekli bir hal
alıp, dışarıdan fark edilecek bir şekle dönüştüğünde içinde bulunduğu durumu
anlayabilecekti. İnsan ağrıyla hastalığın belirtilerini hissetmekte, o nedenle
de birçok hastalığa çok önceden teşhis konulabilmektedir.
TERLEME
Terleme, vücudun ter bezlerinden
dışarı tuzlu bir sıvının salınmasıdır. Özellikle yaz mevsimiyle birlikte sık
sık şikayet edilen terlemenin aslında vücut için olmazsa olmaz bir işlevi
vardır: Terleme, vücudumuzun soğutma sistemidir. Ter bezlerinin yaydığı
sıvının, vücuttan atıldıktan sonra buharlaştığı ve böylece vücut ısısının
artmaması ve belli bir aralıkta kalması sağlanmış olunur. Yani terleme cildi
nemlendirip, vücut ısısını sabitler. İnsan vücudundaki üre, ürik asit, tuz ve
diğer zararlı maddeler terleme yoluyla dışarı atılır. Vücudun boşaltım
sistemine katkıda bulunur. Terleme sinir sisteminin otonom bir bölümü
tarafından kontrol edilir ve bu sistem üzerinde bizim herhangi bir bilinçli
kontrolümüz yoktur.
HÜCRE
İnsan vücudunda, hücreler sürekli olarak
beslenir, çoğalır ve ölürler. Bunun denetimi vücutta mükemmel şekilde
gerçekleşir. Çünkü hücre, kendisini kopyalayabilecek, besleyebilecek ve yok
edebilecek özel donanımlara sahiptir.
İnsanın hayatta kalabilmesi için oldukça
fazla sayıda unsurun bir araya gelmesi gerekir. Ama insan hiçbir zaman bu
unsurların ve bunların arasındaki mükemmel denetimin farkında olmaz. Bedende,
ne zaman hücre üretilmesi gerektiği, ne zaman hücrenin yok edilmesi gerektiği,
insanın iradesi ve bilgisi dışında kusursuz bir zamanlama ve düzen içinde
işler.
Tek bir hücrenin sahip olduğu farklı
çeşitlerdeki protein sayısı bir milyardan fazladır. Sahip olduğumuz "tek
bir" hücrenin içindeki bir milyar proteini bir saniyede bir tane saymak
kaydıyla, gece gündüz durmaksızın ve hata yapmaksızın saymak yaklaşık 32
senemizi alacaktır. Uyumak, yemek yemek gibi zaruri ihtiyaçlarınızı hesaba
katarsak, tek bir hücrenin içindeki proteinleri saymaya ömrümüz muhtemelen
yetmeyecektir. Tek bir hücremizi oluşturan proteinleri bir ömür boyunca saymayı
başaramayız.
Vücudunuz trilyonlarca hücrenin biraraya
gelmesiyle oluşmuştur. Ancak bu, hemen okunup, üzerinden geçilecek bir rakam
değildir. Trilyon sayısı çok büyük miktarı ifade eder. Her yetişkin insanın
vücudunda toplam 100 trilyona yakın hücre vardır. Ancak bu hücreler çok küçük
oldukları için bizim bedenimiz dev boyutlarda değildir. Vücudumuzdaki
hücrelerin bir milyon tanesi biraraya geldiğinde ancak bir iğne ucu kadar yer
kaplar. Bu kadar küçük olmasına rağmen hücrenin nasıl bir yapıya sahip olduğu henüz
tam olarak çözülememiştir. Bilim adamları hala hücrenin içindeki sistemleri
araştırmaktadırlar.
İnsan hiçbir yeni günde, eski
bedeninin aynısına sahip değildir. Vücuttaki hücrelerin bir kısmı
yenilenmiştir. İnsanın "benim bedenim" diyerek sahiplendiği bedenini
oluşturan hücrelerin bir kısmı ölmüştür. "Benim" diyen şey ruhtur,
bedenin kendisi değişmektedir. Bu bilimsel bir gerçektir. İnsan vücudunu
oluşturan dokular sürekli yenilenir. Bunu sağlamak için vücutta her dakika
milyonlarca hücre doğar ve ölmüş hücrelerle yer değiştirir. Bu mükemmel olayın
denetimi ise tek bir hormona verilmiştir.
Troksin hormonu bedeni denetler,
ömrünü tamamlayan hücreleri belirler ve buna göre yeni bir üretim yapılması
emrini ilgili birimlere iletir. Bedenin yenilenmesi asıl olarak bu hormonun
faaliyetine bağlıdır. Eğer troksin hormonu, eksilen hücrelerin sayısını
hesaplayamasa ve ihtiyaçtan daha fazla veya daha az üretim yapsa, bedende
oldukça karmaşık bir durum oluşur. Hücreler yeterli sayıda yenilenmediği için
dış görünümde yaşlanma meydana gelirken, organlar işlevini yapamayacak hale
gelecektir. Fazla üretim sonucunda ise, kontrolsüz büyüyen organlar ve oluşan
tümörler, kısa sürede ölüme sebebiyet verebilir.
Şu
anda vücudunuzda sizin emrinizde çalışan trilyonlarca hücreniz var. Hatta siz
bu yazıyı okurken de onlar durmaksızın çalışıyorlar. Örneğin bu yazıları
okuyabilmeniz için göz hücreleriniz aralık vermeden işlemler yapıyor, nefes
alıp verirken önce nefes borunuzdaki hücreler, sonra akciğerinizdeki hücreler
çalışıyor. Aynı anda midenizdeki hücreleriniz de belki birkaç saat önce
yediğiniz yiyecekleri sindirmek için uğraşıyorlar.
Bu
anlattıklarımız vücudunuzda tek bir an bile durmadan gerçekleşen işlemlerden
sadece birkaçı. Bunların tümü siz hiç farkına varmadan gerçekleşiyor. Peki
trilyonlarca hücre nasıl olup da biraraya geliyor, hepsi ne yapacağını nereden
biliyor ve aynı anda çalışarak tüm bu işlemleri yapıyor? Üstelik hiç karışıklık
çıkmıyor. Hiçbir hücreniz başka bir hücrenizin işini yapmaya kalkmıyor ya da
"ben bu işi yapmak istemiyorum" demiyor. Hepsi bir yana,
bedeninizdeki bütün işlemler olağanüstü bir süratle gerçekleşiyor.
Bütün
bu işlemleri gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük olan hücrelerin başarması
çok hayret uyandırıcı bir durumdur. Üstelik vücudumuzdaki hücreler hiç yardım
almadan bu önemli işleri başarırlar. Hücrelerimiz bizim gibi birer insan
değildir. Onlar ne birbirlerini görebilir, ne işitebilir, ne de "akıllı
bir iş yapayım" diye düşünüp karar alabilirler. Ne gözleri ne kulakları ne
de beyinleri vardır. Kimyasal formülleri bilir, bu formüllere göre maddeler
üretirler ancak kimya eğitimi almamışlardır. Fizik kurallarını bilirler, ışığı
ayarlayıp görmemizi sağlarlar ancak fizik eğitimi de almamışlardır. O halde tüm
bunları nasıl başarmaktadırlar?
Elbette ki hücrelerimiz bütün bu işlemleri
kendi akılları sayesinde yapamazlar. Bunları zaman içinde tesadüfen
öğrenemeyeceklerini de hemen anlamışsınızdır. Ama biz, gözle görülemeyecek
kadar küçük olan bu varlıkların şuurlu hareketleri sayesinde yaşamımızı
sürdürürüz. Kendi bedenindeki tek bir hücreye dahi hakim olamayacağını her
insanın bu örneklerle bilip görmesi gerekir.
BEYİN
İnsan beyni birçok işi aynı anda
yürütebilecek bir sisteme sahiptir. Örneğin, bir kişi, beynindeki kusursuz yapı
sayesinde bir yandan arabasını kullanırken, bir yandan teybinin ayarlarını
yapabilir, o sırada direksiyonu da rahatlıkla idare edebilir. Birçok işi aynı
anda yapmasına rağmen önündeki arabalara ya da yayalara çarpmaz. Aynı anda
ayaklarıyla gaz pedalını idare edebilir. Radyo dinlerken söylenenleri de tam
olarak anlayabilir. Konuşmasına kaldığı yerden devam edebilir. Ve en önemlisi
bütün bu işlemlerin hepsini aynı anda mükemmel bir şekilde idare edebilir.
Kısacası bir insan beynindeki olağanüstü kapasite sayesinde aynı anda pek çok
işi yapabilir. Bu uyumu sağlayan ise beyindeki sinir hücrelerinin birbirleri
ile olan bağlantılarıdır.
Dış dünyadaki cisimlerden beyne gelen ve
milyonlar hatta milyarlar ile ifade edilebilen uyarılar büyük bir uyum
içerisinde beyinde analiz edilmekte, daha sonra bunlar değerlendirilmekte ve
her birine gerekli yanıtlar verilmektedir. Ve bu karmaşık sistemin işleyişi hiç
aksamadan hayat boyu devam etmektedir. Biz de bu sayede görmekte, duymakta,
hissetmekte kısacası yaşamımızı sürdürmekteyiz.
Beyin gözden, burundan, kulaklardan,
deriden, ağızdan gelen bilgileri alıp biraraya toplayarak bir anlam ortaya
çıkarır. Yaptığınız her hareket, düşündüğünüz, konuştuğunuz, hissettiğiniz her
şey beyninizde oluşur. Beyninizde bunu sağlayan haberleşme ise beyne ait
sinirler, yani nöronlar tarafından sağlanır. Vücudunuzda an an meydana gelen
bütün olaylar, mesela; şu an siz bu yazıları okurken gözlerinizi kullanmanız,
otururken arkanıza yaslanmanız, okuduğunuz şeyleri anlamanız, kalbinizin
atması, nefes almanız, gözlerinizi kırpmanız, saçlarınızın uzaması, kokuları
algılamanız, kulağınızın etrafınızdaki sesleri duyması, kısacası her türlü
işleviniz, her an beyne giden sinyaller ve beynin vücudun her yerine ayrı ayrı
gönderdiği emirler yoluyla devam eder.
Yeryüzündeki yapay haberleşme
ağlarının tümünü bir araya getirsek, tek bir insan beyni içindeki kadar
sistemli, kompleks, kusursuz ve hızlı bir sistemi elde edemeyiz. Yaptığımız en
küçük bir hareket için bile, bu haberleşme ağı müthiş bir faaliyet içindedir.
Gelmiş geçmiş, milyarlarca insanın her biri, bu kusursuz iletişim ağına henüz
anne karnındayken sahip olmuştur. İnsan beynindeki bu üstün kompleks
koordinasyona benzerlik gösterebilecek bir teknoloji yeryüzünde yoktur.
Beyindeki bu kusursuz sistemi oluşturan en
önemli unsurlardan biri, sayıları milyarlarca olan sinir hücreleridir.
Beyindeki sinir hücreleri diğer bütün hücrelerden farklı olarak elektrik
akımları ile çalışır. Ve bu elektrik akımları sayesinde bilgi alışverişinde bulunabilir,
bilgi depolayabilirler.
Sinir hücrelerinin birbirleri
olan bağlantısını dolayısıyla da beyindeki ahengi sağlayan, sinir
hücrelerindeki özel yapıdır. Beyindeki 10 milyar hücrenin 120 trilyon civarında
bağlantısı vardır. Ve bu 120 trilyon bağlantının tamamı doğru yerlerdedir. Eğer
bu bağlantılardan herhangi biri yanlış bir yerde olsaydı sonuçları çok ağır
olurdu. Hatta insanların hayati fonksiyonlarını sürdürmesi mümkün
olmayabilirdi. Ancak böyle bir şey olmaz ve istisnai hastalıklar dışında tüm
insanlar kendilerine doğal gelen, ama aslında ardında trilyonlarca mucizevi
işlemin bulunduğu bir yaşantıyı sürdürürler.
Sinir hücreleri arasında özel bir
sıvı vardır ve bu sıvıda çok özelleşmiş bazı kimyasal enzimler yer alır. Bu
enzimler "elektron taşıma" özelliğine sahiptirler. Elektrik sinyali
bir sinirin ucuna ulaştığında, elektronlar bu enzimlere yüklenir. Enzimler de
sinirler arası sıvıda yüzerek taşıdıkları elektronları diğer sinire aktarırlar.
Elektrik akımı böylece bir sonraki sinir hücresine geçerek akmaya devam eder.
Bu işlem saniyenin çok küçük birimlerinde gerçekleşir ve elektrik akımı en ufak
bir kesintiye uğramaz.
Eğer bu enzimlerden bir tanesi
görevini yapmayacak olursa, iletilmesi gereken mesaj beyninize gitmeyecektir.
Yani elinize doğru bakmanıza rağmen, elinizin görüntüsü beyninize
ulaşmayacaktır. Ve eğer günün birinde bu enzimler herhangi bir sebeple
fonksiyonsuz kalsalar, beyindeki 100 milyar sinir hücresi de fonksiyonsuz
kalacaktır. Eğer bu enzimler günün birinde mesajı götürmeleri gereken yerlere
götürmek yerine, rastgele dağıtmaya karar verseler, beyindeki bu karmaşa, tüm
algı sistemini altüst edecek, dış dünya ile olan bağlantı felce uğrayacaktır.
Beyinde tesadüfler sonucunda böyle bir karmaşanın gerçekleşmesi imkansızdır.
Çünkü bu özel sistemi yönetenler, şuurlu varlıklar değildir. Sistemin sahip
olduğu düzen, şuurlu şekilde meydana gelmemektedir. Eğer her şey rastgele
gerçekleşiyorsa, sinir hücrelerinde gerçekleşebilecek herhangi bir rastgele
iletişim sırasında art arda sayısız karmaşık olaylar meydana gelmesi
gerekmektedir. Ancak olağanüstü durumlar dışında, yeryüzündeki milyarlarca
insanın beyninde böyle bir karmaşa yoktur. Her birinin sahip olduğu her bir
sinir hücresinde, tüm sistem hatasız işler.
Beyinde meydana gelebilecek en küçük
bir hasar, insanı sakat bırakabilir veya öldürebilir. Bu mükemmel sistemin
sadece küçük bir parçası hasar görse, sadece tek bir nöron yerine getirmesi
gereken görevleri gerçekleştiremese, bu durum beyinde elektrik iletiminin zarar
görmesine ve dolayısıyla duyu ve his kayıplarına yol açabilir. Şu durumda bu
olağanüstü hassas sistemde rastgele bir işlemin gerçekleşmesi beyin
fonksiyonlarının büyük bir kısmını, hatta tamamını işlevsiz hale getirecektir.
Bu gerçek gösterir ki, henüz sınırları anlaşılamamış olan bu benzersiz
haberleşme ağının, tesadüfen meydana gelmesi imkansızdır. Beyni olmayan bir
canlının, günün birinde bir tesadüf sonucu yarı işleyen bir beyne sahip olması,
ardından da bu yarı işleyen beynin yukarıda saydığımız mucizevi işlemleri başarabilecek
bir gelişime ulaşması elbette mümkün değildir. Beyindeki tek bir nokta bile
tesadüfen oluşamayacak, tesadüfen değişemeyecek kadar kusursuz bir donanım ve
organizasyona sahiptir.
Beyinle ilgili çok önemli bir
nokta daha vardır; kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani beynin bulunduğu yer
kapkaranlıktır, dolayısıyla beynin, ışığın kendisiyle muhatap olması asla
mümkün değildir. Ancak siz, mucizevi bir şekilde bu zifiri karanlıkta ışıklı,
pırıl pırıl bir dünyayı seyredersiniz. Rengarenk bir doğa, ışıl ışıl bir
manzara, yeşilin her tonu, meyvelerin renkleri, çiçeklerin desenleri, güneşin
parıltısı, kalabalık bir sokaktaki tüm insanlar, trafikte hızla yol alan
araçlar, bir alışveriş merkezindeki yüzlerce çeşit kıyafet olmak üzere herşey
bu zifiri karanlık yerde oluşur.
Kapkaranlık beynin içinde,
elektrik sinyallerinin rengarenk, ışıltılı, aydınlık bir görüntüye dönüşmesi
olağanüstü büyük bir mucizedir. Bu olayın üzerinde derin düşünen insan, ne
kadar hayranlık uyandıran bir olayla karşılaştığını hemen anlayacaktır.
Bizim dünya hakkında
algıladığımız tüm hisler, görüntüler, tadlar ve kokular, aynı malzemeden yani
elektrik sinyallerinden meydana gelmektedirler. Elektrik sinyallerini bizim
için anlamlı hale getiren, bu sinyalleri koku, tat, görüntü, ses veya dokunma
olarak yorumlayan ise beyindir.
Beyin gibi ıslak bir etten oluşan bir
maddenin, hangi elektrik sinyalini koku, hangisini görüntü olarak
yorumlayacağını bilmesi, aynı malzemeden birbirinden çok farklı duyular ve
hisler meydana getirmesi ise büyük bir mucizedir.
VÜCUTTAKİ UYARI SİNYALİ
İnsan,
üzerinde sürekli cildiyle temas halinde olan giysilerle muhataptır. Ama onları
her an hissetmez. Gece yatarken üzerine çektiği yorganın, koluna taktığı saatin
ya da oturduğu koltuğun kendisiyle temas halinde olduğunu da sürekli olarak
algılamamaktadır. Bunun önemli bir sebebi vardır. İnsan derisindeki alıcılar
belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri
göndermeyi durdururlar. İnsan cildi, kendisiyle temas halinde olan maddeye
karşı alışkanlık kazanır ve onunla ilgili his sinyallerini zamanla iletmemeye
başlar.
Bu,
harika bir sistem ve mükemmel bir detaydır. İnsan, çoğu zaman böyle bir detayın
farkında bile değildir ama, rahatlık içinde yaşaması bu mükemmel sistemin
kusursuz şekilde çalışması ile mümkün olur.
Vücuttaki
bu "alışma" mekanizması olmasaydı giyinmek gibi sıradan bir olay
insan için büyük bir sıkıntı haline gelirdi. İnsanın üzerindeki giysileri
sürekli olarak hissetmesi bir eziyete dönüşür, ayrıca dokunduğu diğer şeylerden
gelen sinyalleri almakta da güçlük çekerdi. Dikkati sürekli, giydiği çorabın
bileğini ne kadar sarıp sıktığını, saatin sürekli bileğinde hareket ettiğini
düşünmek gibi konularda olabilirdi. Bu nedenle kişi rahat uyuyamaz,
dinlenemezdi. Hayatı bu sıkıntı verici detaylardan dolayı oldukça zorlaşırdı.
Hissin
zamanla kaybolması insan için çok önemlidir. Tek bir detay, bir insan yaşamını
kolaylaştırmakta, onun rahat yaşamasına vesile olmaktadır.
SAVUNMA
SİSTEMİ
İnsan
vücudu birçok düşman ve tehlike odağı ile çepeçevre kuşatılmış durumdadır. Bu
düşmanlar bakteriler, virüsler ve buna benzer mikroskobik canlılardır.
Düşmanlar, solunan havadan, içilen suya, yenilen yemekten içinde bulunulan
ortama kadar her yerde bulunur. Örneğin deri hücrelerinde bulunan keratin
maddesi, bakteri ve mantarlar için aşılması çok zor bir engel oluşturur. Deri
üzerine gelen yabancı canlılar bu duvarı aşıp içeri giremezler. Dahası keratin
içeren dış deri sürekli dökülür ve alttan gelen deri ile tazelenir. Böylece
deri arasına sıkışan istenmeyen mikro canlılar, derinin bu içten dışa doğru
yenilenme hareketi sayesinde, ölü deri ile birlikte vücuttan uzaklaştırılırlar.
Düşmanın içeri girmesi, ancak deri üzerinde açılan bir yara ile mümkün olur.
Virüslerin vücuda girmek için kullandıkları yollardan biri de havadır. Düşman,
solunan bu hava sayesinde vücuda girmeyi dener. Ancak burun mukozasında bulunan
özel bir salgı ve akciğerlerde bulunan hücre yutan savunma elemanları
(fagositler), bu düşmanları karşılar ve çoğu kez tehlike büyümeden duruma el
koyarlar. Yiyecekler yoluyla bedene girmeye kalkan mikropların çok büyük bölümü
de mide asidi ve ince bağırsaktaki sindirim enzimleri tarafından saf dışı
edilirler. Söz konusu savunma bunlarla da kısıtlı değildir. İnsan vücudunda
düşmanlara karşı savaşan üstün bir savunma sistemi de bulunmaktadır. İnsan ise
kendi vücudunda böylesine mükemmel bir sistemin işlediğinden haberdar bile
değildir. Oysa farkında olmadığı bu sistem onu mutlak bir ölümden korur.
BÖBREK
Sadece 10 cm büyüklüğünde bir makine
icat etmek ve bunun içine kan, su ve diğer sıvıları tam olarak arıtabilecek bir
sistem kurmak oldukça zordur. Arıtma işi için bir tesis gerekir. Yaklaşık 10
cm'lik bir alan içinde bunu başarmak ise, hem işlemin gerçekleşmesi hem de
sonuçları açısından yeterli olmayabilir. Su veya diğer sıvıların temizlenmesi
belki başarılabilir ama insan için gerekli olan temiz kanın sağlanması,
böylesine küçük bir cihazla henüz başarılamamıştır.
Ama şu bir gerçektir ki, dünyadaki
insanların tümü, aslında bu özel arıtma sisteminin mükemmel bir örneğine
sahiptirler. İnsanın sahip olduğu böbrekler, yaklaşık 10 cm büyüklüğünde, 100
gram ağırlığındadır. Bedeniniz, yaklaşık 1 milyondan fazla mikro arıtma
tesisini bu 10 cm içinde barındırmaktadır. Size hayat veren her şeyi taşıyan
kan, bu mikro arıtma tesislerinde sürekli olarak temizlenir. Tüm hücre ve
dokularınıza ulaşan suyun da yoğunluğunu ayarlar. Böbrekler, dokularınızda
bulunan sıvı miktarını ve bu sıvının yoğunluğunu bilir, vücutta gerekli
düzenlemeleri yapar ve yaşamınızı sorunsuz devam ettirmenize vesile olurlar.
Böbrekler
görevini yapmadığında ise nasıl bir durum söz konusu olur herkes az çok bilir.
Dev makinelerle haftada birkaç kere gerçekleştirilen diyaliz işlemi yeni bir
böbrek nakledilinceye kadar külfetli bir çözümdür hasta için. Cihazın yetersiz
kaldığı anda ise ölüm gerçekleşir. Bu olağanüstü arıtma tesisinin önemini ve
mucizevi yönünü görebilmek için kuşkusuz bu örnek yeterlidir. Bu mükemmel organ
çok detay ve kusursuzluk içerir ve henüz taklit bile edilememiştir.
VÜCUDUMUZ KONTROLUMUZ DIŞINDADIR
Vücudunuzdaki işlemlerin hepsini
sadece bir-iki saniye için sizin kontrol etmeniz gerekseydi neler olurdu?
Elbette bunların tümünü aynı anda kontrol etmemiz mümkün değildir. Hiçbir insan
ne kendi vücudundaki işlemleri ne de başka insanların vücutlarındaki işlemleri
kontrol edemez. İnsanlar vücutlarındaki birtakım hayati fonksiyonların uyurken
ne olacağı, nasıl yerine getirileceği konusunda hiçbir endişe yaşamaz, hatta
bunu düşünmezler bile. Çünkü bu sistemlerin kusursuzca işleyeceğinden son
derece emindirler. Eğer insan kendi vücudunu kontrol etmek zorunda olsaydı bunu
başarması asla mümkün olmayacaktı. Ya da bu kontrol insana ait olsaydı, insanın
yaşamını sürdürmesi kesinlikle mümkün olmayacaktı. Vücudumuzun içinde
gerçekleşen olayları kontrol altına aldığımızı -her ne kadar imkansız olsa da-
düşünelim. Örneğim uyuduğumuzda bu işleri bizim yerimize kim devam ettirecek?
Nitekim, uyurken de bütün organlarımızın çalışmaya devam etmesi gerekmektedir.
Sadece kalbimizin birkaç dakika kontrolümüz dışında kalarak, durması bile
hayatımızın sona ermesi için yeterlidir; ancak aynı zamanda uyumamız gerektiği
de diğer önemli bir gerçektir. Kalp, kişinin yaşam süresi boyunca durmaksızın
atar, ancak insan bunu sağlamak için hiçbir şey yapmak zorunda değildir. İnsan
sadece kalbinin her saniye atması için ona gereken emri verme görevini
üstlenmiş olsaydı bile, hayatı çok zorlaşırdı; uyuyamaz, yemek yiyemez,
neredeyse bundan başka hiçbir iş yapamayacak hale gelirdi. İnsanın kendi bedeni
üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur. Büyük bir hızla akan kanı, kalbin
pompaladığı kan miktarını, kanın pıhtılaşma süresini, solunum, sindirim,
savunma, sinir sistemini ve burada saymadığımız pek çok sistemi insan kendi
başına kontrol ve idare edemez. Bir düşünün, sadece nefes almanızı bile kendiniz
ayarlayacak olsaydınız, bunu hiç şaşırmadan ve karışıklık çıkmadan yapmaya
gücünüz yetmezdi. Bir yerde yorulur, bırakmak zorunda kalırdınız. Gayet açıktır
ki, kendi bedenimiz bile kontrolümüz altında değilken, bizim dışımızdaki
dünyayı ve evreni içine alan sonsuz sayıdaki ince ayar ve denge üzerine kurulu
olan sisteme müdahale etmemiz sadece hayal gücümüzün genişliğini göstermekten
ibaret kalacaktır.
EVRENDEKİ
BAZI DENGELER
Yalnızca güneş sistemi değil, bu
sistemin yegane canlı gezegeni olan Dünya da çok hassas dengeler üzerine
oturtulmuştur. Evrende müthiş bir ahenk, düzen ve denge vardır. Bu dengelerin
herhangi birisindeki milimetrik bir sapma bile Dünyanın ve Dünyadaki yaşamın
son bulması demektir. Bu muazzam dengelerden bazılarına örnek vermek bu durumun
daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
YERÇEKIMI;
-Eğer
daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu
da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer
daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün
olmazdı.
GÜNEŞE
UZAKLIK;
-Eğer
daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz
etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer
daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz
etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.
YER
KABUĞUNUN KALINLIĞI;
-Eğer
daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen tranfer
edilirdi.
-Eğer
daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket
olurdu.
DÜNYANIN
KENDI ÇEVRESINDEKI DÖNME HIZI;
-Eğer
daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
-Eğer
daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır,
kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.
AY ILE DÜNYA ARASINDAKI ÇEKIM ETKISI;
-Eğer
daha fazla olsaydı: Ayın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, dünyanın kendi
eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri
olurdu.
-Eğer
daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu.
AY ILE DÜNYA ARASINDAKI MESAFE;
-Eğer
biraz daha yakın olsaydı, Ay Dünya'ya çarpardı.
-Eğer
biraz daha uzak olsaydı Ay uzayda kaybolur giderdi.
-Eğer
biraz daha az yakın olsaydı, Ay'ın Dünya üzerinde meydana getirdiği gel-gitler
tehlikeli boyutlarda büyürdü. Okyanus dalgaları, kıtaların alçak yerlerini
kaplardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan sürtünme okyanusların ısısını artırır ve
Dünya'da yaşam için gerekli olan hassas ısı dengesi yok olurdu.
-Eğer biraz
daha az uzakta olsaydı, gelgit olayları azalırdı ve bu da okyanusların daha
hareketsiz olmasına neden olurdu. Durgun su denizdeki hayatı tehlikeye sokar,
bununla birlikte soluduğumuz havadaki oksijen oranı tehlikeye girerdi.
DÜNYANIN MANYETIK ALANI;
-Eğer
daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
-Eğer
daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve güneşten fırlatılan zararlı
partiküllere karşı dünyanın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam
imkansız olurdu.
ALBEDO ETKISI (YERYÜZÜNDEN YANSIYAN GÜNEŞ IŞIĞININ,
YERYÜZÜNE ULAŞAN GÜNEŞ IŞIĞINA ORANI)
-Eğer
daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-Eğer
daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden olur, dünya önce
buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra kavrulurdu.
ATMOSFERDEKI OKSIJEN VE AZOT ORANI:
-Eğer
daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
-Eğer
daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.
ATMOSFERDEKI KARBONDIOKSIT VE SU ORANI:
-Eğer
daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer
daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.
OZON TABAKASININ KALINLIĞI
-Eğer
daha fazla olsaydı:Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer
daha az olsaydı:Yeryüzü aşırı ısınır, güneşten gelen zararlı ultraviole ışınlarına
karşı bir koruma kalmazdı.
SISMIK (DEPREM) HAREKETLERI
-Eğer
daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu.
-Eğer
daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz
yaşamı dolayısıyla bütün dünya canlıları olumsuz etkilenirdi.
BİG BANG'İN PATLAMA HIZI
Evrenin oluşum
anı olan Big Bang'de kurulan dengeler, evrenin tesadüfen oluşamayacağının
göstergelerinden biridir. Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü,
matematiksel fizik profesörü Paul Davies'e göre, Big Bang'in ardından
gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (1/1018) bile
farklı olsaydı, evren ortaya çıkamazdı. Stephen Hawking de, Zamanın Kısa Tarihi isimli eserinde evrenin genişleme
hızındaki bu olağanüstü dengeyi şöyle kabul eder:
Evrenin genişleme
hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu
oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki
durumuna gelmeden içine çökerdi.
DÖRT KUVVET
Modern fiziğin kabul ettiği
"dört temel kuvvet"in -yerçekimi kuvveti, elektromanyetik kuvvet,
güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvet- iletişimi ve dengesi sayesinde,
evrendeki tüm fiziksel hareketler ve yapılar meydana gelir. Bu kuvvetler,
birbirlerinden olağanüstü derecede farklı değerlere sahiptirler. Ünlü moleküler
biyolog Michael Denton, bu kuvvetler arasındaki hassas dengeyi şöyle
açıklamaktadır:
Eğer yerçekimi
kuvveti bir trilyon kat daha güçlü olsaydı, o zaman evren çok daha küçük bir
yer olurdu ve ömrü de çok daha kısa sürerdi. Ortalama bir yıldızın kütlesi, şu
anki Güneşimiz'den bir trilyon kat daha küçük olurdu ve yaşama süresi de bir
yıl kadar olabilirdi. Öte yandan, eğer yerçekimi kuvveti birazcık bile daha
güçsüz olsaydı, hiçbir yıldız ya da galaksi asla oluşamazdı. Diğer kuvvetler
arasındaki dengeler de son derece hassastır. Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık
bile daha zayıf olsaydı, o zaman evrendeki tek kararlı element hidrojen olurdu.
Başka hiçbir atom olamazdı. Eğer güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvete
göre birazcık bile daha güçlü olsaydı, o zaman da evrendeki tek kararlı
element, çekirdeğinde iki proton bulunduran bir atom olurdu. Bu durumda evrende
hiç hidrojen olmayacak ve yıldızlar ve galaksiler, eğer oluşsalar bile, şu anki
yapılarından çok farklı olacaklardı. Açıkçası, eğer bu temel güçler ve
değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tam tamına sahip olmasalar,
hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Hayat da olmayacaktı.
GÖK CİSİMLERİNİN DAĞILIMI
Evrendeki bütün gök cisimlerinin dağılımı,
insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Örneğin uzayda büyük
boşluklar vardır. Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe
(Simbiyotik Evren) isimli kitabında gök cisimleri arasında belli uzaklıkların
olmasının önemini şöyle açıklar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz
daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda
ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim
gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de
şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim
gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir
fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım...
Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır. (George
Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21)
Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı
ve aralarındaki devasa boşluklar Dünya'da canlı hayatının var olabilmesi için
zorunludur. Gök cisimleri arasındaki mesafeler Dünya'daki yaşamı destekleyecek
biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir. Michael
Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) isimli kitabında süpernovalar ve
yıldızlar arasındaki mesafedeki dengeleri şöyle açıklamaktadır:
Süpernovalar ve aslında
bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde
yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe
biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer
biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar
dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla
asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova
patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm
yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu
an zaten var olan uzaklıktır.
GÜNEŞİN
BÜYÜKLÜĞÜ
Evrende
bir yıldız ne kadar büyükse o kadar hızla yanar. Bizi ısıtan ve bize besin ve
yaşam sağlayan Güneş, eğer şu an olduğundan on kat daha büyük olsaydı,
oluşumundan on milyar yıl sonra değil, on milyon yıl sonra sönecekti ve bizler
şu anda burada olamayacaktık.
DÜNYANIN BÜYÜKLÜĞÜ
Dünya eğer biraz daha küçük olsaydı
yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosfer Dünya çevresinde tutunamayacak, dağılıp
gidecekti. Biz de tıpkı atmosfer gibi yeryüzünde bir türlü sabit
duramayacaktık. Eğer Dünya daha büyük olsaydı, bu kez de yerçekimi çok artacak
ve bazı zehirli gazları da tutan atmosfer öldürücü hale gelecekti. Bizler, bu
zehirli gazlardan korunmayı başarsak bile, oturduğumuz yerde ağırlaşacak ve
hareket edemeyecektik.
Ancak böyle bir sorun hiçbir zaman
söz konusu değildir. Çünkü Dünya'nın büyüklüğü, üzerinde bizim yaşayabilmemize
olanak verecek şekilde oldukça özel belirlenmiş bir orana sahiptir.
DÜNYANIN
YOLCULUĞU
Siz şu anda hiçbir sarsılma
hissetmiyorsunuz; evinizde, odanızda, yatağınızda, hiçbir yerde sarsılma yok;
ama dünyamız uzayda dev kütlesiyle saniyede 30 km. hızla yol alıyor. Şu anda 30
km. yol aldık, derken 60, derken 90 km... Bu sistem öylesine mükemmel ki, siz
hala bu müthiş hızı hissetmeden yaşamanızı sürdürebiliyorsunuz.
Eğer Dünya olduğu yerde durup sadece
kendi ekseni etrafında dönseydi, yaşamamız mümkün olmayacaktı. Eğer Dünya kendi
ekseni etrafında dönmeyip sadece hareket etseydi yaşamamız yine mümkün
olmayacaktı. Yaşamın devam edebilmesi için Dünya’nın hem kendi ekseni hem de
güneş ekseni etrafında olması gerektiği hızda ve olması gerektiği yönde devamlı
olarak dönmesi, bununla birlikte Dünya’nın Ay ile Güneş arasındaki mesafesini
devamlı olarak koruması gerekmektedir.
Dünya güneş çevresinde dönerken öyle
bir yörünge çizer ki, her 29 km. de bir doğru çizgiden yalnızca 2.8
milimetrelik bir sapma gösterir. Eğer bu sapma 0.3 milimetre az veya 0.3
milimetre daha fazla olsa, yeryüzündeki canlılar donarak veya kavrularak
ölürlerdi. Küçük bir bilyenin bile milim şaşmadan aynı yörüngede dönebilmesi
neredeyse imkansızken, dev kütlesiyle dünya böyle bir dönüşü gerçekleştirir.
Dünya'nın
Güneş etrafındaki hızı, silahtan çıkan bir merminin hızının yaklaşık 60 katı;
yani saatte 108.000 km... Böyle büyük bir hızla hareket edebilen bir araç
kullansaydık, dünyanın çevresini 22 dakikada dolaşırdık. Dünyamız güneş
etrafında böyle hızla dönerken aynı zamanda güneşle birlikte saniyede 20 km.
hızla da Vega yıldızına doğru hareket ediyor.
Dünyamızın gerçekleştirdiği bu kapsamlı
yolculuktan bizim haberimiz bile olmaz. Bu yolculuk bizim hayatımızı olumsuz
yönde etkilemez; böyle bir hızda dünyanın yüzeyinde hiçbir canlı kalmaması
gerekirken yerçekimi kanunu ve birçok düzen neticesinde dünyada bulunanlar bu
seyahati hiç hissetmezler. Eğer insan uzay boşluğunda her an süratli yolculuk
yapmış olduğunu biraz derin düşünüp hissetmeye çalışsa bu durumdan heyecan
duyacaktır.
Çevremizde gördüğümüz muhteşem
düzen, milyarlarla ifade edilen büyüklükteki sistemlerin milimlere bağlı
dengelerle korunması sayesinde ortaya çıkar.
GÜNEŞİN
ÇEKİM GÜCÜ
Gezegenlerin
yörüngelerinde kalmalarını sağlayan şey, güneşin çekim gücü ile gezegenlerin
sahip oldukları merkez-kaç kuvveti arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu
büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği
merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama başlangıçta eğer
güneşin çekim gücü biraz daha fazla olsaydı ya da gezegenlerin dönüş hızları
biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla güneşe doğru çekilirler
ve sonunda güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer başlangıçta güneşin çekim gücü daha az olsaydı ya da gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu sefer de güneşin gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer başlangıçta güneşin çekim gücü daha az olsaydı ya da gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu sefer de güneşin gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
GEZEGENLERİN
UYDULARI
Gezegenler
uydularını çekerler, uydular ise dönüşlerinin verdiği merkez-kaç kuvvetiyle bu
çekimi dengelerler. Eğer bu denge kurulmasaydı, uydular gezegenlere yapışır ya
da kopar giderlerdi. Örneğin, Ay şu an sahip olduğu dönüş hızından biraz daha
yavaş dönse hızla dünyaya çarpar ve böylece dünyanın sonunu getirirdi. Güneş
Sistemi'ndeki gezegenlerin onlarca uyduya sahip olduklarını hatırladığımızda
ise, var olan dengenin muhteşemliği iyice açığa çıkar.
ATMOSFERİN
YAPISI
Atmosferdeki oksijen
oranının dengede kalması, mükemmel bir "geri dönüşüm" sistemi
sayesinde gerçekleşir. İnsanlar ve hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler
ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu
işlemin tam tersini gerçekleştirir ve karbondioksiti oksijene çevirerek
canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton
oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Eğer bitkiler de insanlar ve
hayvanlarla aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi, Dünya çok kısa sürede
yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin, hem hayvanlar hem de bitkiler
oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede "yanıcı" bir özellik
kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya büyük
bir patlamayla yanarak kavrulurdu. Öte yandan, eğer hem bitkiler hem de
hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir
ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen "boğularak" toplu
halde ölmeye başlarlardı.
İnsanların Dünya
üzerinde yaşamasını sağlayan belli bir ısı ve ışık aralığı vardır. Uzaydaki
kavurucu sıcaklıklar, dondurucu soğuklar, öldürücü ışınlar arasından atmosfer
bize sadece bizi yaşatacak olan miktarları ulaştırır. Güneş'te meydana gelen
tek bir patlamanın açığa çıkardığı enerji oldukça büyüktür. Tek bir patlama,
Hiroşima'ya atılanın benzeri olan milyarlarca ton atom bombasının gücüne
eşittir. Bu yakıcı etki de atmosfer aracılığıyla Dünya'ya en ideal şekliyle
ulaşmaktadır. Eğer Dünya yüzeyine, şu an yeryüzüne ulaşandan biraz daha fazla
miktarda kızıl ve mor ötesi ışın, gama ve mikro dalga ışın ulaşsa, tüm canlılar
yok olacaklardır.
PROTON VE ELEKTRON
Atom,
çekirdeğinde birbiri ile yapışık haldeki proton ve nötronlar ile çekirdeğin
çevresinde hızla dönen elektronlardan oluşur. Çekirdek, nötronun yüksüz olması
ve protonun artı yüklü olması sebebiyle artı yüklüdür. Elektron ise, protonun
taşıdığı artı yük oranında eksi yük taşımaktadır.
Eğer proton ve
elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı evrendeki tüm atomlar, protondaki
fazla artı elektrik nedeniyle, artı yüklü hale gelecek ve birbirlerini
iteceklerdi. Bunun sonucunda ise insanlar da dahil olmak üzere yeryüzündeki her
şey, tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler ve evrendeki
bütün gök cisimleri aynı anda sayısız parçaya ayrılıp yok olacaktı.
Burada anlatılanlar Dünya'da yaşamın oluşabilmesi ve
canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece
çok az bir kısmıdır. İnsanın yaşayabilmesi için bir araya gelen sebepler, çok
büyük bir hassasiyete sahiptir. Hayatta kalabilmemiz için MİLYONLARCA DETAYIN AYNI ANDA, ÖLÇÜSÜYLE, ZAMANLAMASIYLA HATASIZ VE
EKSİKSİZ OLMASI, BUNLARIN HİÇBİRİNİN HİÇ YORULMADAN ARALIKSIZ BİR ŞEKİLDE ÖMÜR
BOYU MÜTHİŞ BİR KOORDİNASYONLA ÇALIŞMASI GEREKMEKTEDİR.
HERŞEYE ALIŞKANLIK GÖZÜYLE BAKMAYIN
Maddenin en küçük parçası olan
atomdan içinde milyarlarca yıldızı barındıran galaksilere, dünyanın ayrılmaz
bir parçası olan Ay'dan içinde bulunduğu Güneş Sistemi'ne kadar herşey, her
detay, müthiş bir uyum içinde çalışmaktadır. Özenle kurulmuş olan bu sistem
adeta bir saat gibi hiç aksamadan işlemektedir. Öyle ki insanların tümü,
milyarlarca yıldır süregelen bu sistemin hiçbir detay unutulmaksızın işlemeye
devam edeceğinden öylesine emindirler ki, 10 yıl sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri
bir olayın planını bile rahatlıkla yapabilirler. Hiç kimse ertesi gün güneşin
doğup doğmayacağının endişesini taşımaz. İnsanların büyük çoğunluğu,
"dünya güneşin çekim alanından aniden çıkar da kapkara uzay boşluğunda
bilinmeyene doğru yol alır mı?", "böyle bir şeyin olmasını ne
engelliyor?" diye düşünmez.
Yine
insanların çoğu, uykuya dalarken beyinlerinin dinlendiği gibi kalplerinin ya da
solunum sistemlerinin de dinlenmeyeceğinden son derece emindirler. Oysa bu iki
hayati sistemden sadece birinin bile birkaç saniyeliğine durması kolaylıkla
hayatımıza mal olacak sonuçlar doğurabilir.
İşte
tüm hayatı kuşatmış olan ve her olayı "normal seyrinde akıyor"
şeklinde değerlendirmeye sebep veren "alışkanlık gözlüğü"
çıkarıldığında, aslında herşeyin pamuk ipliğine bağlı denilebilecek şekilde
ince planlanmış, birbirine bağlı sistemlerden oluştuğu rahatlıkla görülebilir.
Gözünüzü çevirdiğiniz her noktada kusursuz bir düzenin hakim olduğunu fark
edersiniz.