De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm
alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
Bir insana hayatındaki en önemli şeyin ne olduğu sorulsa
buna ne cevap verir? Önemli olan evi mi, ailesi mi, yoksa işi mi? Ya da
bunların dışında bazı idealleri midir?
Ancak cevabı her ne olursa olsun unutmamalı ki, onun için en
önemli olan şeyden çok daha önemli ve belki de unuttuğu bir konu var…
Bir insanın hayatındaki en önemli konu, kendisini yaratan ve
sahip olduğu herşeyi veren Allah'ı tanımak ve O'na yakın olmak için gayret
etmektir. Ancak insanların büyük bir kısmı bu gerçeği görmezlikten gelerek
yaşarlar. Önünüze çıkan ilk kişiye, hatta karşılaştığınız herkese
hayatlarındaki en önemli ve aciliyetli gördükleri konuları sorun. Alacağınız
cevaplar çoğunlukla dünya hayatına ilişkin olacaktır. Oysa vicdanını kullanan
biri, Allah ile yakınlığın önemini hemen fark eder ve Allah'a yakınlaşmak için
yollar arar. Çünkü Kuran'da bu emredilmektedir:
Ey iman edenler, Allah'tan
korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda
cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Maide Suresi, 35)
Allah için yapılan vicdanlı her tavır Allah'a yakınlaşmaya
bir vesiledir. Unutmamak gerekir ki, Allah Kendisine yakın olanları cennetle
müjdelemektedir:
Eğer o (ölecek kişi), yakın kılınan
(mukarreb olan)lardan ise,
Bu durumda rahatlık, güzel rızık ve
nimetlerle donatılmış cennet (onundur).
Ve eğer "Ashab-ı Yemin"den
ise,
Artık, "Ashab-ı Yemin"den
selam sana. (Vakıa Suresi, 88-91)
Allah sizi yoktan, bir hiçlikken var etmiştir. Eğer O
dilemeseydi, siz bir hiçlik olarak kalacaktınız, hiç var olmayacaktınız. Ama
Allah diledi ve sizi bir insan suretinde yarattı. Bir insanın yaşamasının, var
olmasının, hayat sürmesinin yegane nedeni Allah'ın dilemesidir. Bu gerçeğin
farkında olan bir kişi için elbette ki en önemli varlık Allah, en önemli konu
da O'na yakınlaşmak olacaktır. Ancak insanlar dünya hayatının büyüsüne ve
detaylarına kendilerini kaptırarak bu gerçeği hiç düşünmezler. Yaptıkları
elbette büyük bir nankörlüktür. Çünkü bu kadar önemli bir gerçeği düşünmeyen
insan, yakınlarının veya çevresindeki insanların kendisi için ne düşündüğünü
çok önemser. İnsanların gözüne girmek için herşeyi yapar, beğenilerini kazanmak
için ciddi bir çaba harcar ve bunun için türlü yollar düşünür. Ama kendisini
yoktan var eden Rabbimizi hoşnut etmenin yolları nelerdir, ne yaparsa Allah'ın
sevgisini kazanır, düşünmez.
Bu arada insan bilmelidir ki, Allah'ın rızasını kazanmak
yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda insana mutluluk ve huzur verecek
yegane yoldur. Allah'ı unutup başka insanların rızasını arayanlar ya da benzeri
boş hedeflere kapılanlar, asla tatmin bulamaz ve mutlu olamazlar. Oysa Allah'ın
rızası, bir insanın kalbinin kendisiyle tatmin bulacağı en büyük sevinç ve
mutluluktur. Çünkü Kuran'daki ifadeyle, kalpler ancak Allah'ı anmakla tatmin
bulur:
(Allah)… kendisine katıksızca yöneleni
dosdoğru yola yöneltip-iletir. Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın
zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın
zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 27-28)
İnsanların Allah'tan uzak yaşamalarının nedeni hem bu sırrı
bilmemeleri hem de dünya hayatının gerçek amacını ve ahiretin varlığını
unutmalarıdır. Oysa Allah'ın ve cehennemin varlığından emin olan biri Allah'ı
hiçbir zaman unutamaz. Herkes bir düşünsün: Cehennem ateşinin yakınında dünya
hayatından sorguya çekilen hangi insan, Allah dışındaki bir varlığı düşünebilir?
Öyle bir anda Allah'tan başka bir varlığın hoşnutluğu gözetilir mi? O durumdaki
kişi en çok kimin sevgisini ve dostluğunu arar mı? Bu durumdayken tanıdığı
herhangi birinin fikri veya kendisine yakınlığı onun için bir önem taşır mı?
Cehennem ateşini gören kişiler için dünyada sahip oldukları
mülkün veya tanıdıkları insanların hiçbir öneminin kalmadığı aşağıdaki
ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir
yakın dostu sormaz. Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o
günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister;
Kendi eşini ve kardeşini,
Ve onu barındıran aşiretini de;
Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa.
Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu
o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir. (Mearic Suresi, 10-15)
Kuran'dan öğrendiğimiz ve vicdanımızla anladığımız gibi, bir
insanın hayatının tamamı Allah için yaşanmalıdır. "Bir insan tüm yaşamını
nasıl Allah için yaşar?" diye düşünüyorsanız; işte bunun da anahtarı
vicdandır. Eğer tüm yaşamınızı Allah'ı razı edecek şekilde sürdürmek
istiyorsanız, bunun için Kuran'ın hükümlerine uymanız ve olaylar karşısında da
sürekli vicdanınızı dinlemeniz yeterlidir. Küçük-büyük karşılaştığınız her
olayda vicdanınızın sesine uymanız, aslında Allah'ın rızasına uymanız demektir.
Dolayısıyla içinizdeki hayır sesini dinlemekle, her fiilinizde Allah'ı hoşnut
etmiş olursunuz.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken son derece önemli bir
nokta bulunmaktadır: Allah'ı razı etmek için çaba harcamayan insanlar da kimi
zaman çevrelerine veya kendilerine göre güzel görünen davranışlarda
bulunabilirler. Örneğin karakter olarak insanları kırmayan, ince düşünceli
kişiler olabilirler. Fakat eğer işledikleri hayrı Allah'ın hoşnutluğu için
istemiyorlarsa, yaptıkları işlerin Allah katında geçerliliği olmayabilir. Çünkü
bu kişiler vicdanlarına uydukları için değil, kendi birtakım çıkarları için
iyilikte bulunuyorlardır. Bu çıkar, "iyiliksever" insan olarak
bilinmenin vereceği tatmin duygusu ya da sadece duygusal bir tatmin de
olabilir. Bir ayette şöyle buyrulur:
"Allah (ortak koşanlar için) bir
örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok
ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu
ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar.
Gerçek şu ki, sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir." (Zümer Suresi,
29-30)
Yukarıda yer alan ayette Allah, kişinin insanların rızasını
arayıp Allah'a ortaklar koşmasını, pek çok sahibi olan bir köleye benzetmiştir.
Allah'a katıksız bir iman ile katıksızca kulluk etmesini ise yalnızca bir
kişiye teslim olmuş bir kimsenin durumuna benzetmiştir. Allah, Kendisi dışında
tüm varlıkların birgün mutlaka ölümle karşılaşacaklarını hatırlatarak insanları
sadece Allah'ın rızasına yönelmeleri konusunda düşünmeye davet etmiştir.
İnsanın bu konuda nefsinin telkinlerine karşı da son derece
uyanık olması ve nefsini kendini kandırmadan dürüstçe değerlendirmesi
gerekmektedir. Çünkü nefsin en büyük arzularından biri de Kuran ahlakına zıt
olarak, insanların hoşnutluğunu, beğenisini ve takdirini kazanabilmektir.
Nitekim çoğu insan yaptığı pek çok işi kendi istek ve tercihleri doğrultusunda
değil de, sırf çevrelerinden takdir toplayabilmek ve bu takdir ile de toplumda
bir yer edinebilmek için yapar. Dolayısıyla da bu insanların hayatlarını
yönlendiren ana mantık 'insanların rızasını kazanabilme arzuları' olur.
Pek çoğunuz insanların kendi aralarında "Sonra etraftan
ne derler?", "Bunu etrafa nasıl açıklarız ki", "Etrafa
rezil olduk" ya da "İnsan içine çıkamayız ki" gibi sözler sarf
ettiklerini sıkça duymuşsunuzdur. Bu sözler genellikle insanların birbirleri
için ne diyeceklerini, haklarında nasıl düşüneceklerini, olayları nasıl
değerlendireceklerini son derece önemli görmelerinden kaynaklanır. Öyle ki kimi
zaman yanlış bir tavırda bulundukları için vicdani bir rahatsızlık duymaz, ama
bunu insanların öğrenmesinden dolayı huzursuzluk duyarlar. Oysa ortada yanlış
bir davranış varsa asıl önemli olan bunu Allah'ın bilmesidir. Ve insanın bu
durumu telafi etmek için yönelmesi gereken makam da yine sadece Allah'ın
makamıdır. Eğer kişi hatasından dolayı Allah'a karşı bir sorumluluk
hissetmiyor, ama insanlara karşı bir mahçubiyet ve utanç duyuyorsa bu, o
kişinin insanların rızasını Allah'ın rızasından daha üstün gördüğünü gösterir.
İnsan yaptığı işten çok, vicdana tabi olma konusundaki
niyetinden sorumludur. Eğer tüm yaşamının "Allah için" olmasını
istiyorsa, niyetini değiştirmesi gereklidir. Örneğin ince düşünceli davranırken
insanların gözüne girmeyi, onlardan takdir beklemeyi değil, Allah'ın hoşnut
olmasını aramalıdır. Bu sürekli olarak Allah'ı düşünmesini, O'na yönelmesini,
O'na dua ederek herşeyi O'ndan istemesini sağlar. Allah daima kendisine yönelen
böyle kullarını Kuran'da şöyle övmüştür:
Sen onların söylediklerine karşı sabret
ve bizim güç sahibi kulumuz Davud'u hatırla; çünkü o, (her tutum ve
davranışında Allah'a) yönelen biriydi. (Sad Suresi, 17)
İnsanın tek dost ve yardımcı olarak Allah'ı görmesi,
yalnızca O'nun rızasını hedeflemesi ve sadece Allah'ın hoşnutluğunu esas amaç
edinmesi demektir. Böyle bir insan için Allah'ın kendisini beğenmesi,
kendisinden hoşnut olması nihai amaçtır. Bu nedenle de böyle bir kişi tüm
hayatını Allah'ın belirlediği kıstaslara göre düzenler, O'nun emir ve
yasaklarına göre hareket eder. Diğer insanların rızası, hoşnutluğu hep ikinci
plandadır. Yalnızca Allah kendisinden razı olsun, gerekirse bütün dünya
kendisine cephe alsın, bu kişi için fark etmez. Önemli olan asıl dost olan
Allah'ın kendisinden hoşnut olmasıdır. Böyle bir insan kimin ne düşündüğünün,
kimin ne söylediğinin, diğer insanların kendisini nasıl değerlendirdiklerinin
kaygısını duymaz. Yalnızca Allah'ın razı olması ve yalnızca Allah'ın sevmesi
onun için yeterlidir.
Gösterdiği bir tavırdan dolayı
dünyadaki tüm insanlar bir kişiye karşı cephe alsa, hiçbiri ondan razı olmasa,
Allah razı olduktan sonra hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü tüm bu insanların
kalbi zaten Allah'ın kontrolündedir; Allah dilerse onların hepsini razı eder.
Bunun yanında gösterdiği bir tavırdan dolayı eğer Allah bu
kişiden razı olmayacaksa, tüm dünya ondan razı olsa, ona minnet duysa bunun
hiçbir önemi olmaz. İnanan bir kimse bunun Allah katında hiçbir kıymeti
olmadığını ve Allah razı olmadığı sürece insanların razı olmuş olmasının
ahiretten yana kendisine birşey kazandırmayacağını bilir. Rızasını kazanacağı
güruh sayıca kalabalık, mal ya da makamca güçlü bir kitleden oluşuyor olabilir.
Ancak bunların her biri de Allah'ın izni ile hayat bulmuş ve birgün toprağın
altında çürüyüp tüm güç ve kudretlerini kaybedecek olan aciz varlıklardır. Bu
nedenle ahirette ne kalabalığın, ne sağladıkları desteğin, ne de dile getirilen
takdirlerin hiçbir faydası olmayacaktır. Baki olan ve rızası kazanılmaya asıl
layık olan sadece Allah'tır.
İnsan ancak Rabbi'nin rızasını arayarak gerçek samimi dindar
olabilir. Eğer yaptığı işlerde insanların veya başka varlıkların rızasına
yöneliyorsa, o zaman muhakkak bu işin içine riya karışmış olur. Riyakar bir
yapı ise insanı hem dünyada hem de ahirette zarara sokar. Öncelikle, insanların
rızasını arayanlar, bekledikleri karşılığı hiçbir zaman göremezler. Bir insanın
gözüne girmek, ona adeta "yaranmak" için çabalayıp dururlar ama
karşılarındaki insan onların bu çabalarını takdir edemez. Zaten etse bile
kendisi de aciz ve zavallı bir insandır. Herşeyin tek hakimi ve sahibi olan
Allah, kendi rızasını kazanmak için çabalayanları ise sonsuz cenneti ile
müjdeler ki, cennet, insanın nefsinin arzu ettiği herşeyin hazır bulunduğu bir
mekandır. Allah yalnızca kendi rızasına uyanların kurtuluşa ereceğini şöyle
bildirmiştir:
Allah, rızasına uyanları bununla
kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura
çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)
Sadece Allah'ın
rızasına uymak her insana, dünyada ve ahirette en kolay, en güzel ve en neşe
dolu hayatı getirecektir.
ALLAH
RIZASININ EN ÇOĞUNU ARAYIN
Mümin, şirkten, Allah'tan başka
hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların
boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder.
Allah'ın rızasını arar. Bunu, "Allah yolunda ciddi bir çaba"
göstererek yapacaktır. Allah yolunda "ciddi bir çaba" göstermenin
anahtarı ise, Allah rızasının en çoğunu aramaktadır. Mümin, önünde hepsi de
meşru olan bir kaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah'ın rızasını en
çok kazandıracak olanını seçmelidir.
Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle
tanımlayabiliriz:
-Müminin hayatının tümü "helal
dairesi" içinde geçmelidir. Haramlar açıkça belirtilmiştir ve oldukça az
sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal
dairesi içindedir.
-Bunun yanısıra mümine düşen,
Allah'ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve "basiret"ini
kullanarak, Allah'ın rızasının en çoğunu aramaya yönelmektir.
Bununla ilgili olarak Allah yolunda harcama
yapma konusu iyi bir örnek olabilir. Mümin, "malını ve canını"
Allah'a satmıştır. Elindeki imkanları O'nun rızasına uygun bir biçimde
değerlendirmelidir. Ama bunu yaparken karşısına değişik alternatifler
çıkabilir. Örneğin elinde yüklü miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla
kendine yeni bir giysi alabilir. Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne
başına bakması, temiz ve güzel bir görünüm içinde olması Allah'ın rızasına
uygundur. Ama bu parayı kullanabileceği ve Allah'ın rızasını daha da çok
kazanmaya vesile olabilecek başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı
kendisinden daha acil bir ihtiyaç içinde olan bir fakire vermekte, ya da bu
parayı dinin menfaatleri için son derece önemli bir çalışmaya aktarmakta,
Allah'ın rızası çok daha fazla olabilir. Bu, içinde bulunduğu ortama ve
şartlara göre insanın kendi vicdanıyla öncelikli olanı belirleyebileceği bir
durumdur.
Bir başka örnek daha verebiliriz:
Mümin "iyiliği emredip, kötülükten men etmekle", Allah'ın dinini
anlatmakla, yeryüzündeki zorbalıklara karşı fikri bir mücadele içine girmekle
sorumludur. Allah'ın rızasını, bu büyük sorumluluğu sırtlanmakla kazanabilir. Bu
sorumluluk her zaman için bazı öncelikli hizmetler ortaya çıkarır. Böylesine
büyük bir sorumluluğun gerektirdiği pek çok iş varken, Allah'ın meşru saydığı
bir başka işi daha öncelikli konumda değerlendirmek yanlış olacaktır. Örneğin
erkek ailesine bakmakla yükümlüdür. Onların güvenliğini, geçimini sağlama
görevi ona verilmiştir. Ama bunu bahane ederek yukarıda bahsettiğimiz
sorumluluğu üzerine almaması elbetteki mümine yakışır bir tavır olmayacaktır.
Aslında biraz düşündüğümüzde değeri
az olan şeyi tercih etmede "nefs"in etkili olduğunu görürüz. Allah
katında değeri az olan şeyi çok olana tercih etmek, insanın nefsine de bir
"pay" ayırmasından kaynaklanır. Oysa bir konuda yapılması gereken,
nefsine en ufak pay ayırmadan yüzde yüz Allah'ın rızasını gözetmektir. Bir işte
yüzde doksan dokuz Allah'ın rızası, yüzde bir de nefsinin istekleri varsa, o
yüzde doksan dokuz da Allah katında kabul edilmeyebilir. Çünkü bu insan,
nefsini Allah'a şirk koşmuş demektir. Şirkin ise yüzde biri bile geri kalan
ameli geçersiz kılmak için yeterli olabilir. Bir işte, Allah'ın yanı sıra başka
bir varlığa, bir kimseye pay ayıranların durumu şöyle bir örnekle tarif edilir:
O'nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay
ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: "Bu Allah'ındır, bu da
ortaklarımızındır" dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah
tarafına geçmez, ama Allah'a ait olan kendi ortaklarının tarafına (payına)
geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam Suresi, 136)
Kendi evi, ailesi tehlikedeyken canı
pahasına bunları savunan bir insan konu Kuran'a saldırı ve iftira olduğunda
yerinde oturup umursuzca başka işlere dalıyorsa, burada Allah rızasının
olduğundan söz etmek mümkün değildir. Böyle bir tavır insanın nefsinin
öngördüğü şekilde davrandığını, nefsine tabi olduğunu gösterir ki, bu İslam'ın
temeli olan "yalnızca Allah'a kulluk etmek" prensibine tümüyle
aykırıdır. Dahası Kuran'da nefsin arzularına göre hareket, Allah'a şirk koşmak
olarak tanımlanmaktadır:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona
karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)
Mümin ise, tüm varlığını, malını,
canını, hayatını ve ölümünü kısacası herşeyini Allah'a adamıştır. Allah'a iman
eden insanların bu üstün özelliği Kuran'da şöyle haber verilir:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm
alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
Kuran'da Allah'ın rızasının en
çoğunun aranması ile ilgili olarak anlatılan olaylardan biri, müminlerin
peygamber dönemindeki bir savaşta gösterdikleri tutumdur. Buna göre, müminler
karşı karşıya oldukları iki ayrı düşman topluluğundan daha güçsüz olanla
çarpışmak istemişlerdi. Oysa Allah'ın rızası, en zora talip olup, düşmanın
güçlüsüyle savaşmayı gerektiriyordu: Bu olaylar ayetlerde şöyle haber
verilmektedir:
Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti;
siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın
ve inkar edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O,
suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak
için (böyle istiyordu.) (Enfal Suresi, 7-8)
Sonunda Allah, müminleri güçlü olan
toplulukla karşılaştırdı. Müminleri kendi rızasının en çoğuna yöneltmiş oldu.
Ve Allah'ın yardımıyla müminler galip geldiler.
Yukarıda söz ettiğimiz örnek geçmişte, peygamber döneminde yaşamış
müminlerin, o dönemin şartları içinde karşılaştıkları bir olaydır. Ama her
dönemde Müslümanlar farklı olaylarla denenebilirler. Örneğin günümüzde
Müslümanların, dini ve yaratılışı inkar edenlere, toplum içinde
ahlaksızlıkların yaygınlaşması için çalışanlara karşı fikri bir mücadele
yürütmeleri gerekmektedir. Müminler her zaman için sorumluluğunu taşıdıkları bu
mücadele için neyin "en hayırlı" olduğunu tespit edip, onu
uygulamakla sorumludurlar. Çünkü böyle bir emaneti taşıyacak güce sahip olup
da, sırf nefsi için aciliyeti olmayan işlerle uğraşmak Allah'ın rızasından yüz
çevirmek anlamına gelir.
Müminin vicdanı zaten böyle bir şeyi
kabul etmez. O Allah'ın seçip iman verdiği bir kişidir, yeryüzünde barış ve
huzur ortamının olması, Allah'ın dininin yaşanması ona emanet edilmiştir.
Zalimlerin ezip-zulmettiği ve "...Rabbimiz,
bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip)
gönder, bize katından bir yardım eden yolla..." (Nisa Suresi, 75) diyen
erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar için çaba harcamakla
yükümlüdür.
Allah'ın rızasının en çoğu yalnızca
fikri mücadele konusunda geçerli değildir. Mümin, yaşamı boyunca yaptığı tüm
ibadetlerde, günlük yaşamında karşısına çıkan küçük büyük tüm olaylarda bu
bakış açısını göz önünde bulundurmak zorundadır.
Bu arada şunu hatırlatmak gerekir:
Aslında "Allah rızasının en çoğu" ifadesini, konuyu açıklamak için
kullanıyoruz. Allah rızasının en çoğundan yüz çevirip, ikinci dereceden bir
işle ilgilenmek, Allah'ın rızasına aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah'ın
rızasının ancak en çoğu, Allah'ın razı olduğudur. Allah'ın daha az razı olması
gibi bir şey yoktur.
Allah'ın rızasının en çoğunu
aramayıp, azıyla yetinmekse, aslında insanın ahirete yönelik yanlış bir bakış
açısı geliştirmesinden kaynaklanır. Kendisini "kesin cennetlik"
saymasından doğar. Oysa, hiçbir insan kendisini "kesin cennetlik"
olarak görecek durumda değildir. Kuran'da Allah peygambere "eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler." (Şura Suresi,
24) uyarısında bulunmuştur. Durum böyleyken kimsenin kendisini temize
çıkaracak bir hali olmadığı ortadadır.
Zaten Kuran'da tarif edilen mümin
kendisini asla "kesin cennetlik" olarak görmez, böyle bir düşünceye
kapılmaz. Mümin vasfı, Allah'a "korku ve umut" (Araf Suresi, 56)
taşıyarak dua etmektir. Gerçek iman sahibi olmayan kimseler ise, Allah'tan korkmadıkları
ve iyi işler yaptıklarını sandıkları için, kendilerini "kesin
cennetlik" olarak görürler. Allah'ın bağışlayıcılığını, "nasıl olsa
bağışlanacağız" gibi yanlış bir mantık kullanırlar. Bu Allah'tan gereği
gibi korkup sakınmayan kimselerin tutumudur. Allah bu kimselerin durumunu bir
ayette şöyle bildirmiştir:
Onların (müminlerin) ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü
kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve:
"Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince
onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi
söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı
okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl
erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)
Mümin, "iman ettikten sonra
doğru yoldan çıkmak"tan korkar. Kuran'da müminlerin bununla ilgili duası
şöyledir:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve
katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz,
bağışı en çok olan Sensin Sen." (Al-i İmran Suresi, 8)
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu korku
mümin için bir tedirginlik ya da huzursuzluk yaratacak bir korku değildir. Asıl
korkulması gereken, Allah'ın rızasına aykırı yaşamaktan dolayı kalbin
"katılaşması"dır.
Mümin geçici ve kısa bir yurt olan dünyada
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak hedefindedir. Tek düşüncesi karşı karşıya olduğu
büyük olaydır: Kesin olarak bir gün ölecek ve Allah'ın huzurunda hesap
verecektir. Bu hesap onu ebedi yıkıma ya da kurtuluşa taşıyacaktır. Böylesine
büyük bir olayla karşı karşıyayken başka hesaplar peşinde koşmak ya da umursuz
davranmak ise elbette akıl karı değildir.
Mümin, kurtuluşu için "en çoğu"
aramakla yükümlüdür. Allah rızasının en çoğunu aramamak, karşı karşıya olunan
tehlikenin de farkında olmamak demektir. Cehennem ve Allah katında aşağılanma
tehlikesi karşısında, kurtuluş için elbette en fazlanın aranması gerekmektedir.
"Dünyevi" tehlikelerde
göstereceğimiz tavır ve çabayla ilgili birkaç örnek, Allah rızasının en çoğunu
aramanın nasıl olacağının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
-Metrelerce yükseklikteki dev bir selle karşı
karşıya kaldığımızda ve suların büyük bir hızla yükseldiğini gördüğümüzde,
kurtulmak için, kaçtığımız on katlı apartmanın en üst katına mı çıkarız, yoksa
beşinci katta durup "herhalde bu kadarı kurtarır" mı deriz?
-Apartmanın en üst katına paralı bir
asansörle çıkıldığını ve asansörün bir daha sefer yapmayacağını varsayalım.
Cebimizde de tam en üst kata çıkacak kadar para var. Bu durumda en üst kata
çıkmak için cebimizdeki bütün parayı vermez miyiz? Yoksa selin ulaşma tehlikesi
olan bir başka ara kata çıkmakla mı yetiniriz?
-Selden kurtulmak için sığındığımız
apartmanın beşinci katında bir eğlence düzenlenmiş olduğunu düşünelim. Böyle
bir durumda eğlenceye katılıp, beşinci katın yüksekliğiyle mi yetiniriz, yoksa
gözümüz hiçbir şeyi görmeden en üst kata mı çıkarız?
-Bir yakınımızın kalp krizi geçirdiğini veya
başka bir sebeple hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini düşünelim. Bu durumda
hastaneye yetişmek için arabayı olabilecek en yüksek hızla mı süreriz, yoksa
"bu kadarı yeterli, biraz daha dayansın" mı deriz?
Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi
insan bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında teyakkuza geçmekte, elindeki tüm
imkanları tehlikeden kurtulmak için seferber edebilmektedir. Cehennem ise insan için en büyük tehlikedir. Elbette ki Allah rızasının en
çoğunun aranmasında ise bu tehlikeden uzak kalma isteği önemli bir rol oynar.
Şimdi mahşer günü herkesin mutlaka
çevresinde toplanacağı bildirilen cehennemin kenarında bulunduğumuzu, cehennemi
tüm dehşetiyle gördüğümüzü düşünelim... Böyle bir durumda bazı alternatiflerle
karşılaşsak, hiç tereddüt etmeden Allah'ın rızasının en çoğunu seçmez miyiz?
Cehennemin yanına vardıktan sonra
böyle bir seçim şansı kalmayacağına, yalnızca yapılanların hesabı verileceğine
göre, şimdiden aynı mantıkla hareket etmemiz gerekir. Niketim mümin her an
ahirete geçecekmiş gibi cehennemin yakınlığını düşünerek hareket eder. Çünkü
ahiretteki pişmanlığın fayda getirmeyeceği Kuran'da defalarca belirtilmiştir.
Bununla ilgili ayetlerden biri şöyledir:
(Cehennemin) İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi
çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda
(dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size
uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı
yoktur. (Fatır Suresi, 37)
Diğer taraftan insan, tehlikeden
uzaklaşmak için bu kadar çabaladığı gibi, nimeti elde etmek için de çaba
harcamalıdır. Cennetin azına razı olmak da akılcı bir davranış değildir. Altın dolu
bir adadan gemiyle ayrılırken, alabileceğinizin hepsini almaz mısınız? Mümin
de, ahirete gittiğinde "keşke şunu da yapsaydım", "şu ecri
(sevabı) da kazansaydım" diyecek durumda olmamalıdır. Bunun için
dünyadayken tüm imkanları kullanarak, Allah rızasının en çoğunu seçmelidir.
İnkar edenler, "az bir
yararlanma" dan (Al-i İmran Suresi, 197) başka bir şey olmayan dünyayı
elde etmek için ellerinden gelenin "en çoğunu" yaparlar. Sonu
hüsranla bitecek olan bu "az bir yararlanma"nın yanında, müminler için
Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti vardır. Bunlara talip olan müminin yapması
gereken de elinden gelenin "en çoğunu" yapmaktır.