14 Ocak 2014 Salı

MUCİZELER

            ATOM MUCİZESİ

            İnsan bildiği şeyler üzerinde düşünmediği müddetçe incelikleri kavrayamaz, ne kadar olağanüstü bir ortamda yaşamını sürdürdüğünü fark edemez. Bu yüzden iman eden her insan hiç durmaksızın Allah'ın yarattığı varlıklar ve olaylar üzerinde düşünür. Bunlar kimi zaman pek çok insanın bildiği konular da olabilir, ama o bu konulardan herkesten daha farklı sonuçlar çıkarabilir.
            Saatinizin, yediğiniz yiyeceklerin, oturduğunuz binanın, arabanızın, gözlüğünüzün, kedinizin, bahçedeki çiçeklerin, bilgisayarınızın, denizlerin, gökyüzünün ve kendi bedeninizin yapıtaşının aynı ATOMLAR olduğunu hiç düşündünüz mü?
            Örneğin evrendeki canlı ve cansız her varlığın temel maddesinin atomlar olduğu genel olarak insanların haberdar olduğu bir bilgidir. Yani çoğu insan, elindeki kitabın, koltuğun, içtiği suyun ve çevresinde gördüğü herşeyin atomlardan oluştuğunu bilir. Ama bunun ötesini düşünerek, Allah'ın üstün kudretine şahit olanlar ancak vicdanlı insanlardır. Böyle bir kişi bu konuyla ilgili bir haber gördüğünde şunları düşünür: Atomlar cansız varlıklardır. Peki atomlar gibi cansız maddeler biraraya gelip nasıl görebilen, duyabilen, duyduklarını yorumlayabilen, dinlediği müzikten zevk alabilen, düşünebilen, karar verebilen, sevinebilen veya üzülebilen insanı oluşturmuşlardır? İnsan, kendini diğer atom yığını varlıklardan tamamen ayıran bu özellikleri nasıl edinmiştir?
            Elbette ki insana, tüm bu insani özelliklerini cansız ve şuursuz atomlar veremezler. İnsanı bu özelliklere sahip bir ruh ile yaratanın Allah olduğu apaçık bir gerçektir. Ve bunun ardından insanın aklına Allah'ın bir ayeti gelir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

            Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 7-9)
           
            Atom, çekirdeğinde birbiri ile yapışık haldeki proton ve nötronlar ile çekirdeğin çevresinde hızla dönen elektronlardan oluşur. Çekirdek, nötronun yüksüz olması ve protonun artı yüklü olması sebebiyle artı yüklüdür. Elektron ise, protonun taşıdığı artı yük oranında eksi yük taşımaktadır.
            Eğer proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı yüklü hale gelecek ve birbirlerini iteceklerdi. Bunun sonucunda ise insanlar da dahil olmak üzere yeryüzündeki her şey, tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sayısız parçaya ayrılıp yok olacaktı.
            İnsan sakin yaşamı boyunca, ne birbirini çekmekte olan atomaltı parçacıklarının, ne çekirdek etrafında hızla dönen elektronların, ne de bunların içindeki hassas denge ve güçlerin farkındadır. Bir atomun, ayrılan en küçük parçasında bile öyle nefes kesici detaylar vardır ki, tüm bunları insandan, insanın bildiği her türlü dünyevi güçten çok daha büyük bir gücün, mutlak irade sahibi olan Allah'ın var edip yarattığı açıktır.
            İnsan, oldukça hassas ve inceliklerle dolu bir sistemin içinde yaşamasına rağmen hiçbir zaman zorluk ve endişe içinde değildir; çünkü bu hassas sistem, kusursuz şekilde yaratılmıştır. Buna rağmen çoğu insan sahip olduğu bu nimetlerin farkında değildir. Eğer bu nimetlerden biri elinden alınsa, insan o zaman ne kadar aciz olduğunu ve o güne kadar büyük bir rahmetle kuşatıldığını anlayabilir. Ancak imtihan olarak yaratılan dünya hayatında önemli olan, insanın nimet ve rahmet içindeyken şükredici olması, Allah'a yönelmesidir. Bu dünya hayatının yaratılma amaçlarından biri, hangi insanların nimetleri hakkıyla takdir edebileceğini, hangilerinin gaflet içinde nankörlük edeceğini belirlemek içindir. Aklını kullanan ve iman eden bir insan için yapılması gereken, bütün bu nimetleri Yüce Allah'ın dışında bir gücün veremeyeceğini bilmek ve bunu sürekli olarak tefekkür etmektir.
           



             MOLEKÜL MUCİZESİ

            Etrafımızda gördüğümüz her şey, kendi bedenimiz de dahil olmak üzere, sadece 109 atomun kombinasyonundan oluşmaktadır. 109 ayrı atom bir araya gelir ve dağları, suları, bitkileri, eşyaları, binaları, tatlıyı-acıyı, zehirliyi-faydalıyı, güzel kokuyu, güzel rengi ve birbirinden çeşitli canlıları oluştururlar. Bu, gerçekten büyük bir mucizedir.
            Atomlar bir araya geldiklerinde, birleşerek özel dizaynlar meydana getirirler. Oluşan özel dizaynlar, yani moleküller, birbirinden farklı maddesel özelliklerin ortaya çıkmasını sağlar. Elinizde tuttuğunuz kalem de, eliniz de, içtiğiniz su da benzer atomların çeşitli şekillerde bileşmelerinin bir sonucudur. Bazen moleküle tek bir atom eklenir ve içilen su bir zehire dönüşebilir. Moleküle eklenen veya molekülden ayrılan tek bir atom, yenilemez şeyi yenilebilir hale, keskin ve çirkin bir kokuyu muhteşem gül kokusuna dönüştürebilir. Aynı atomların farklı şekillerde birbirlerine bağlanmaları, molekülün rengini değiştirebilir, akışkan bir maddeyi katı yapabilir.
            Yeryüzündeki çeşitlilik olağanüstüdür. Allah, moleküllere çeşitli özellikler vermekle üstün bir sanat sergiler. Bir elmanın tatlı olması, taşın sert, pamuğun yumuşak olması, gözle görülmeyen atomlarda Allah'ın sergilediği büyük bir mucizedir. Allah, yeryüzünü yoktan yaratmış, tüm varlıklara % 99.99999'u boşluk olan atomları sebep kılmış ve bu gözle görülmeyen alem içinde de hayranlık uyandırıcı bir sanat sergilemiştir.
            İnsan, Allah'a her anında muhtaçken, O'nun dilemesi dışında hiçbir şeye güç yetiremezken, kendisine sunulmuş nimetleri çok iyi anlamalı ve bunların sahibinin alemlerin Rabbi olan Allah olduğunu çok iyi düşünmelidir. O zaman dünyada sahip olduğu nimetler nedeniyle imanın neşesini yaşayacak, ahirette ise tüm güzelliklerin en fazlasına kavuşacaktır. Allah bir ayetinde şöyle buyurur:

            Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen (İslam'ın hükümlerini) koruyan, görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalp ile gelen içindir. "Ona 'esenlik ve barış (selam)la' girin. Bu, ebedilik günüdür." Orada diledikleri her şey onlarındır; Katımızda daha fazlası da var. (Kaf Suresi, 31-35)



                PROTEİN MUCİZESİ

            Evrim teorisini bilim karşısında çöküşe uğratan temel noktalardan biri TEK BİR PROTEİNİN KENDİ KENDİNE MEYDANA GELİŞİNİN İMKANSIZ OLMASIDIR. Canlıların en temel yapıtaşı olan proteinin tek başına ortaya çıkma ihtimali SIFIRDIR. Çünkü bir proteinin oluşması için 100 KADAR PROTEİNİN o sırada o bölgede zaten hazır bulunması ŞARTTIR. Ayrıca,

-Tek bir proteinin oluşması için DNA gerekir
-Protein olmadan DNA oluşamaz
-DNA  olmadan protein oluşamaz
-Protein olmadan protein oluşamaz
-Protein yapımında görev alan proteinlerin bir tanesi bile eksik olsa protein var olamaz
-Ribozom olmadan protein oluşmaz
-RNA olmadan protein oluşmaz
-ATP olmadan protein oluşmaz
-ATP’yi üretecek mitokondri olmadan da protein oluşmaz
-Hücre çekirdeği olmadan protein oluşmaz
-Sitoplazma olmadan da protein oluşmaz
-Hücredeki organellerden bir tanesi eksik olsa protein oluşamaz
-Hücredeki bütün organellerin var olması ve çalışması için de proteinler gereklidir
-Bu organeller olmadan da hiçbir şekilde protein olmaz


            Kısacası, BİR PROTEİNİN VAR OLMASI İÇİN HÜCRENİN TAMAMI GEREKİR. Hücre, bugün incelediğimiz ve çok az bir kısmını anlayabildiğimiz mükemmel kompleks yapısı ile var olmadığı sürece, TEK BİR TANE BİLE PROTEİN MEYDANA GELEMEZ. Bütün bunlardan da anlaşılabileceği gibi, evrim teorisi bilimin yalanladığı ve canlılığın başlangıcını açıklayamadan çökmüş bir teoridir.


           GÖZ MUCİZESİ

               Yaşamınızda sahip olduğunuz herşey gözleriniz sayesinde bir anlam kazandı. Ailenizi, dostlarınızı, evinizi, işinizi, kısaca yaşamınız boyunca karşılaştığınız herşeyi gerçek anlamıyla gözleriniz sayesinde tanıdınız. Onlarsız dış dünyayı hiçbir zaman tam olarak bilemezdiniz. Gözleriniz olmasaydı bir rengin, bir şeklin, bir manzaranın, bir insan yüzünün, güzellik denen kavramın nasıl bir şey olduğunu hiçbir zaman hayalinizde canlandıramazdınız. Fakat, gözleriniz var, bu sayede etrafınızı görüyor, şu anda da önünüzdeki yazıyı okuyorsunuz.
                Dahası, görmek için hiçbir çaba harcamıyorsunuz; sadece görmek istediğiniz şeye doğru bakıyorsunuz. Gözünüze, gözün içindeki organellere, gözden beyne giden sinirlere ve beyninize "bakın, görün, şu işlemleri yapın" emri vermiyorsunuz. Tıpkı yeryüzünde yaşayan ve yaşamış milyarlarca insan gibi sadece bakıyor ve görüyorsunuz. Bir cisme odaklanıp onu net görmek için göz merceğinizin cismin uzaklığına göre alması gereken yarıçapın optik ölçümlerini, merceğe bağlı kasların çok hassas kasılma oranlarını hesaplamıyorsunuz. Yalnızca o cismi net görmek istiyorsunuz, gerisi saniyenin çok küçük bir diliminde sizin için otomatik olarak hallediliyor. Bunun ne kadar büyük bir mucize olduğu, çok sayıda insan gibi belki bugüne kadar sizin de aklınıza gelmedi.
                Üstelik, böyle mükemmel bir aygıta sahip olmak için de hiçbir çabanız olmadı. Doğduğunuz anda gözlerinizi de -özel bir rahatsızlığınız yoksa- son derece kusursuz bir yapıya sahip olarak buldunuz. Büyük bir ihtimalle, "nasıl böyle bir sisteme sahip oldum, bana bu özelliği kim verdi, karşılığında benden ne istiyor?" gibi sorular sormadınız. Fakat emin olabilirsiniz ki size yukarıda belirttiğimiz özellikleri veren Yaratıcı, zamanı geldiğinde -ki o zaman sandığınızdan çok daha yakın- size bu nimetin hesabını soracak. 
                Bu nimetin değerini en iyi anlayanlar da görme yeteneklerini sonradan kaybedenlerdir. Eğer bir gün gözlerinizi kaybedecek olursanız -ki bu olay ihtimal dahilindedir- o tarihten sonra geleceğe ait bütün planlarınız ikinci planda kalacak ve dünyadaki en büyük isteğiniz, gözlerinize tekrar kavuşmak olacaktır.
                Ya da yıllar boyu kör bir hayat geçirdikten sonra bir gün tıbbi bir müdahale sonucunda gözlerinizin açıldığını düşünün. Şundan kesinlikle emin olun ki, bu dünyada verilebilecek hiçbir şey sizin için bundan daha değerli olmayacak, o gün ve onu takip eden günlerde sizi hiçbir şey bu kadar sevindirip mutlu etmeyecektir. 
                Göz merceğinin sahip olduğu özellikleri bir ömür boyu koruyamaması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Tıpkı vücuttaki diğer organlar gibi göz de yaşlanma sürecinde mükemmelliğini kaybeder. Bu vesileyle Allah insanda, yaş ilerledikçe yaşlanmanın alametlerini gösterecek izler oluşturur. Dünya hayatının geçici olduğu, insan bedeninin bir gün yok olacağı gibi gerçekler buna benzer pek çok vesile ile bize hatırlatılır. Düşünen ve aklını kullanan insanlar için her gördüklerinde ibretler vardır.
                 Gözünüz bir kamera gibi sık sık arıza yapmaz, bakıma ihtiyaç duymaz. Bir kamera özel fabrikalarda, birçok farklı materyal (plastik, metaller, cam vs.) kullanılarak, mühendislerin tasarımlarına göre, bu konuda uzman teknisyenler tarafından üretilir. Göz ise anne karnında tek bir hücrenin bölünerek çoğalması sonucunda oluşmuştur.
                Başınızın üzerine bir kamera bağlayıp, çekim yaparken koşsanız veya yürüseniz, kaydedilen görüntüde kaymalar ve sarsıntının izleri olur. Oysa tıpkı başınızın üzerine bağlanmış bir kamera gibi çekim yapan gözünüz yürürken hiçbir rahatsızlık hissettirmez. Görüntüde bir sarsıntı veya kayma olmaz.
                Akla gelebilecek bir başka soru merceği oluşturan kasların neden ışığı retinaya düşürmek istedikleridir. Hiçbir insanın aklında ''gözüme giren ışınları retina tabakasına düşüreyim de rahat göreyim" diye bir düşünce yoktur. Genelde çoğu insanın ne retinadan ne de göz merceğinden haberi vardır. Ama bu küçük organlar gün boyu insanlar için akıl almaz hesaplar gerektiren işlemler yaparlar. Merceğin böyle bir şeyi kendi kendine yapması için retinanın görevini, görmenin nasıl bir şey olduğunu, beynin yapısını, fotonların ne işe yaradıklarını bilmesi gerekir. Ancak bu şekilde üzerine düşen ışığı retina üzerine sürekli odaklamaya çalışacaktır.
                Elbette ki ne merceğin ne de merceği oluşturan hücrelerin kendilerine ait bir iradeleri yoktur. Mercek, kornea, iris, retina, bunları oluşturan hücreler, etraflarındaki kaslar, beyin, hepsi Allah'ın kendilerine ilham ettiği şekilde görevlerini yine Allah'ın izniyle gerçekleştirirler.
                Göz, canlıların yaratılmış olduğunun en açık delillerinden biridir. Gerek insan gözü olsun gerekse hayvan gözleri olsun, canlıların sahip oldukları tüm görme organları kusursuz bir tasarımın çok etkileyici örnekleridir. Elbette gözün oluşumuna karar veren, gözün sahibi olan canlı değildir. Zira görmenin ne demek olduğunu dahi bilmeyen bir canlının, görebilmek için bir görme organına ihtiyaç duyması ve kendi bedeni üzerinde bunu inşa etmesi elbette ki imkansızdır. Bu durum canlıları görme, duyma vs. gibi duyularla yaratan üstün bir akıl sahibinin varlığını açıkça bize göstermektedir. Aksi takdirde şuursuz hücrelerin görme, duyma gibi şuur gerektiren işlevleri kendi talepleri ve becerileri ile kazandıkları iddia edilmiş olur. Bunun ise asla mümkün olamayacağı açıktır.
                Eğer gözleriniz şu anda görüyorsa, ve siz de böyle büyük bir nimetin kıymetini gereği gibi takdir edip bu eşsiz nimeti size lütfedene minnettarlığınızı ifade etmiyorsanız çok büyük bir nankörlük içindesiniz demektir.

            Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78)
            O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Müminun Suresi, 78)
            Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 9)
            De ki: "Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)
            De ki: “Düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah’tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, biz nasıl ayetleri ‘çeşitli biçimlerde açıklıyoruz da’ sonra onlar (yine) sırt çevirip-engelliyorlar? (En’am Suresi, 46)



             GÖZÜN BULUNDUĞU YER

Göz, oldukça karmaşık bir yapıya ve çok özel bir işleve sahip olmasına rağmen bedenimizde çok küçük bir yer işgal eder. Tıpkı değerli bir mücevherin kutusunda saklanması gibi kafatasımız içinde dış etkilerden korunacak bir biçimde saklanır. Sahip olduğu görevin önemi ile doğru orantılı olarak, üstün bir tasarım sayesinde korunur. Gözler, altı kemik uzantısı ile kafatasına bağlanan, etrafları özel dokularla çevrelenmiş göz yuvaları içinde, koruyucu bir yağ yastıkçığı üzerine yerleştirilmişlerdir. Burun kemeri, kaşlar ve elmacık kemikleri tarafından dış etkenlere karşı korunurlar. Gözleri çevreleyen tüm bu kemik ve dokular hep birlikte "göz çukuru" olarak adlandırılır. Gözler, çok iyi korunmalarının yanısıra vücutta, görmeyi en rahat ve en ideal biçimde sağlayacak bir bölgeye yerleştirilmişlerdir. Bu bölge, vücudumuzu ve uzuvlarımızı en mükemmel şekilde kontrol ve idare edebilmemizi sağlayacak bir konuma sahiptir. Gözlerimizin şu anki yerleri dışında vücudumuzun herhangi başka bir yerinde bulunmalarının doğuracağı sakıncalar saymakla bitmez. Dahası gözlerin başımızda bulunması, onların her an sağlık ve emniyetini sağlama bakımından da en uygun durumdur. Boynun, küçük ve hızlı bir refleks hareketiyle, gözün ona zarar verebilecek herhangi bir cisimle teması engellenmiş olur. Gözler yüz üzerinde de en ideal konumda bulunurlar. Acaba gözler yüzün başka bir yerinde, örneğin burnun altında bulunsalardı ne olurdu? Hem emniyet açısından riskli bir durum oluşur hem de estetik olarak oldukça rahatsız edici bir görünüm meydana gelirdi. Görüş açısı da şu ankinden çok daha kısıtlı olurdu. Gözlerin her yönden, olabilecek en ideal yerde, simetrik bir biçimde bulunmaları estetiğe de son derece uygundur. İki gözün arası ortalama tek göz boyundadır. Bu oran bozulduğunda, gözlerin arası daha açık veya daha yakın olunca yüzün tüm ifadesi değişir. Göz, sahip olduğu bütün özellikleri ile insanın Allah'ın yarattığı bir varlık olduğunu ispatlayan bir delildir. İnsan vücudundaki bu uyum, simetri ve estetik görüntü Allah'ın bizlere sunduğu bir güzelliktir. Çünkü Rabbimiz ihsanı çok bol olandır.
Allah bir ayette insanlara bu nimetini bildirirken onlara bunun için şükredici olmaları gerektiğini şöyle bildirir:

Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 9)

                                                            
                                                
  GÖZ KAPAĞI MUCİZESİ

Bu pencerelerin korunması ve bakımı özel bir sistem sayesinde sağlanır. Göz kapakları, mükemmel bir şekilde işleyen bu sistemin en önemli parçalarından birisidir. Göz kapaklarının görevi, göz küresini korumakla birlikte "konjonktiva" ve "kornea"yı her an belli bir nem oranında tutmaktır. Göz kapaklarının iç kısmında bulunan konjonktiva adlı katmanın damarları, uykuda oksijen alamayan gözün dış tabakasını besler. Gerektiği zaman göz yuvasının üstünü tamamen ve sıkıca örtebilen göz kapağının derisi, vücudun diğer kısımlarına göre çok daha incedir. Göz kapağı derisinin alt tabakası yağsız ve çok gevşektir, kan bu bölgede kolay toplanır. Eğer göz kapağının derisi kalın ve yağlı bir yapıya sahip olsaydı, gözlerin açılıp kapanması oldukça zor bir işlem olurdu. Göz kırpmak, her gün binlerce kere farkında olunmadan yapılan bir harekettir. Kimse göz kırpmak için özel bir çaba sarfetmez, göz kırparken neden gözlerimi kırpıyorum diye düşünmez ve göz kırpmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkına varmaz. Bu hareket istem dışı olarak yapılır ve bu sayede gözler yoğun ışık temasından ve yabancı maddelerden korunur. İşlemin otomatik olarak yapılması da çoğu insanın farkında olmadığı bir nimettir. Bu temizlenme otomatik olarak yapılmasaydı ne olurdu? Böyle bir durumda insan göz kırpmayı yalnızca gözünün içinde rahatsız edici miktarda kirlilik oluştuğunda hatırlardı. Bu da gözün mikrop kapmasına neden olurdu. Gözler tamamen temizlenemediğinden puslu, bulanık bir görüntü meydana gelirdi. Göz kırpmak büyük bir külfet olur, insan gün boyunca sürekli göz kırpmayı unutmamaya konsantre olmak zorunda kalırdı. Her birkaç saniyede bir göz kırpıldığında göz kapakları tıpkı araba camı silecekleri gibi gözleri sulandırır, kirleri temizler. Uyku sırasında ise göz kapakları kapalı olduğu için gözler kurumaya karşı otomatik olarak korunur. Göz kapağı, kavisli göz yapısının üstüne kusursuz olarak oturan bir mekanizmadır. Bu mükemmel uyum sayesinde, göz kapağının açılıp kapanması esnasında gözün ön yüzeyinde temas edilmeyen hiçbir nokta kalmaz. Göz kapağı, gözü bu şekilde kusursuz olarak sarmasaydı, kalan boşluklardaki yabancı maddelerin temizlenmesi mümkün olmayacaktı. Açılıp kapanma esnasında, göz kapağının içinde bulunan özel bir bezden salgılanan yağlı bir salgı kapakların birbirlerine yapışmalarını engeller ve göz kapaklarının kaymasını kolaylaştırır. Yukarıda kısaca özetlediğimiz bu detaylar Rahman ve Rahim olan Rabbimiz'in bizim üzerimizdeki korumasını göstermektedir. Allah'tan bir lütuf olarak var edilen göz kapağı insan vücudunun en önemli organlarından biri olan göz için çok harikulade bir korumadır. Bu örnekler, Allah'ın kullarına olan şefkat ve merhametinin çok açık örneklerinden sadece birkaç tanesidir.
Eğer göz kapağı uyurken kapanmasaydı, uyumak insan için son derece zor bir işlem haline gelecekti. Uyuyabilmek için karanlık bir odaya ihtiyaç olacak, gündüzleri hiç uyunamayacaktı. Uyku esnasında açık kalan gözler ise her türlü dış etkiye karşı savunmasız kalacaklardı.
Eğer göz kapağı diye bir şey olmasaydı, yeryüzündeki insanların tamamı çok kısa bir süre içinde kör olurdu. Gözün üst tabakasını oluşturan kornea kuruyacak, göz kısa bir süre sonra görevini yapamamaya başlayacaktı. Göze girecek en küçük bir toz tanesi bile zamanla büyük problemler yaratacak, göz hemen mikrop kapacaktı. En küçük darbelere karşı korumasız kalan göz her an kör olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktı. Örneğin lagoftalmi adlı hastalıkta göz kapakları ya tamamen kapanamaz veya çok zor kapanır. Bu durumda korneanın nemlenmesi tehlikeye gireceğinden, korneada kurumaya bağlı olarak enfeksiyon görülür. Bu hastalığın uzun süre devam etmesi durumunda ise kalıcı göz bozuklukları oluşabilir.
Refleksler insanın çeşitli dış uyaranlara, irade dışında ve çok kısa bir süre içinde verdiği tepkilerdir. Gerekli durumlarda göz kapağını da harekete geçiren bu refleks mekanizması, tehlikelere karşı bir sigorta görevi görür. Korneaya, kirpiklere, hızlıca kaşların ortasına ya da alna dokunma göz kapağını uyaran refleksin oluşmasına neden olur. Eğer göz kırpma refleksini meydana getiren sinir ağı incelenirse, bu ağın ne kadar incelikle planlanmış bir yapıya sahip olduğu açıkça görülür. Çünkü yukarıda belirtilen her refleks için göz kapağına taşınan uyarılar farklı sinir yollarından geçmektedir. Yani gözün etrafı çok sayıda erken uyarı sistemiyle donatılmıştır. Beyin, çok kısa sürede gelen bu uyarıları değerlendirir ve ilgili kaslara sinir uyarılarının gitmesini sağlar.
Bu işlemler sırasında sinir uyarıları yollarını hiç şaşırmadan saniyenin binde biri kadar kısa bir süre içinde beyne ulaşırlar. Beyinden gelen emir sonucunda göz kapağı, gözü yabancı maddelerden korumak veya silecek görevini yerine getirebilmek için tam zamanında kapanır. Mevcut tehlikenin anında tanınması, farklı durumlara ait reflekslerin ayrı sinir yollarından, birbirine karıştırılmadan sinyal olarak ulaştırılması son derece karmaşık işlemlerdir. İnsan, çevresinde devamlı olarak değişen şartlar karşısında hayatını devam ettirebilmek için, dışarıda olup biten olaylardan tam zamanında haberdar olmalıdır. Bu yüzden göz kırpma işlemi insanın dış dünyayı algılamasını engellemeyecek kadar kısa bir süre içinde gerçekleşir. Eğer bu işlem uzun sürseydi çok büyük tehlikeler söz konusu olabilirdi. İnsan gözünü kırpma işlemi ile meşgul olduğu bir anda belki de üzerine gelen bir kamyonu fark edip kaçmaya fırsat bulamazdı. İnsanın dış dünyaya açılan penceresi olarak nitelendirilen gözün bu kadar kapsamlı bir şekilde korunması Allah'ın dünyadaki nimetlerinden bir örnektir.


       GÖZYAŞI MUCİZESİ

Çoğu insanın yalnızca "tuzlu su" zannettiği gözyaşı, çeşitli görevler için farklı karışımlarla oluşturulmuş son derece özel bir sıvıdır. Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanlarda kullanılan maddelerden bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde göze hiçbir zarar vermemesi ise büyük bir mucizedir. Allah, içinde son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşını gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratmıştır. Yaratılışın her noktasında mevcut olan muhteşem uyum, aynı şekilde göz ve gözyaşı için de geçerlidir. Bu güçte başka hiçbir dezenfektan göz üzerinde kullanılamaz. Öte yandan insan yapımı hiç bir dezenfektan gözyaşının yerini tutmaz.
Gözyaşının üretimi de son derece hassas bir ölçü ile yapılır. Gözyaşı, sadece korneayı kurumaktan kurtaracak ve göz küresinin yüzeyinin kayganlığını kaybettirmeyecek miktarda üretilir. Böylece, göz hareket ettiğinde göz kapağının iç kısmı konjonktiva ile gözün üstü arasında sürtünmeden kaynaklanan bir rahatsızlık meydana gelmez. Uyarıcı bir durum söz konusu olduğunda, mesela göze toz gibi yabancı bir madde kaçtığında, gözyaşı üretimi otomatik olarak artar. Bu bir yandan antiseptik amaçla daha çok lizozim enzimi üretilmesini diğer yandan da uyarıcı maddenin dışarı atılabilmesi için bol miktarda sıvı oluşmasını sağlar. Gözyaşı yeterli miktarda üretilmeseydi, göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur ve gözün her hareketi bizim için bir eziyet haline gelirdi. Örneğin gözyaşı kuruluğu olan hastalarda, gözlerde sürekli bir yanma ve gözün içinin kum dolu olduğu hissi duyulur. Gözler şişer, kızarır ve hastalığın ileri aşamalarında hasta gözünü kaybedebilir.

                         

        GÖZDEKİ YAĞLAMA MUCİZESİ

Gözü sürekli yıkayan ve mikroplardan arındıran bir gözyaşı sisteminin yanısıra gözde bir yağlama sistemi de mevcuttur. Bu sistem günde yaklaşık yüzbin defa, dört ayrı yöne dönen gözün, bu hareketlerin sonucunda yıpranmasını engeller. Bu sayede göz sürekli yağlanarak sürtünme etkisine ve yabancı maddelere karşı korunmuş olur. Bu yağ o kadar kaygandır ki göz hareket ettiğinde hiçbir rahatsızlık hissedilmez. Eğer konjonktivanın çalışmasında ciddi bir aksaklık olup da bu yağlanma işlemi gerçekleşmezse, gözün her hareketinde çok büyük ve dayanılmaz ağrılar meydana gelirdi. Oysa sağlıklı bir insan, Allah'ın yarattığı bu kusursuz sistem sayesinde hayatı boyunca böyle bir rahatsızlık çekmez.




         GÖZ AKI MUCİZESİ

Göz, ışığın girdiği öndeki çıkıntı dışında, küre biçimindedir. Bu kürenin en dışında göz akı denen sert, çok dayanıklı ve süt gibi donuk beyaz renkli bir katman bulunur. Göz akı, gözü çepeçevre kuşatır ve göz içindeki dokuların korunmasını sağlar. Gözün ortasındaki renkli bölümü çevreleyen beyazlık da bu katmanın görünen bölümüdür. Göz akı, yumuşak ve jölemsi bir yapıya sahip olsaydı gözün korunması gerektiği gibi sağlanamayacaktı. Ayrıca göze toz veya herhangi bir yabancı madde kaçtığında bu cisim göze yapışacağı için çıkarması zorlaşacak, büyük zararlar verecekti. Oysa göz akı sert olduğu için gözyaşının da yardımıyla yabancı maddeler kolaylıkla gözden temizlenir. Göz üzerindeki sert ve dayanıklı beyaz dokunun yapısı, gözün önündeki çıkıntılı bölüme gelince değişir. Bu çıkıntılı bölüm kornea denilen, ışığı geçiren saydam bir tabakadan oluşur. Birbirlerinin devamı oldukları halde göz akı ve korneanın yapıları tamamen farklıdır ve kesin bir sınırla ayrılırlar. Göz akı bir binanın dış cephesini kaplayan sert granit kaplamaya, gözün önündeki şeffaf kornea da bu binanın penceresine benzetilebilir. Eğer korneayı oluşturan ince doku gözün bütününü kaplasaydı göz dış etkilere karşı son derece savunmasız ve güçsüz kalacak, sonuç körlük olacaktı. Eğer göz akını oluşturan sert ve mat doku gözün önündeki saydam tabaka üzerinde devam etseydi, ışık merceğe ulaşamayacak ve görüntü oluşamayacaktı. Ama bunların hepsi kusursuzca ayarlanmış ve insan gözü çok korunaklı ve sağlam bir şekilde var edilmiştir. Bütün bunlar Allah'ın benzeri olmayan sanatının delillerindendir.

                                                                        
            KORNEA MUCİZESİ

Nesneleri net görebilmek için korneanın her zaman saydam ve çok duyarlı olması gerekir. Çünkü saydamlığını yitirdiği anda göze yeterince ışık giremediği için görüntü bulanıklaşır. Gözün dışarıya açık olan bölümündeki bu katmanın çok duyarlı olması da göze kaçan küçük bir toz parçasının bile hemen fark edilip temizlenmesini sağlar. Korneanın bu derece saydam olmasının sebebi, kendisini oluşturan liflerin hassas bir düzen içerisinde sıralanmalarıdır. Bu sıralanmaya yapılacak herhangi bir müdahale korneanın kararmasına ve görüntünün bulanıklaşmasına sebep olur. Fotoğraf makinesi için objektif ne kadar önemliyse göz için de kornea aynı önemi taşır. Dahası kornea o kadar şeffaftır ki, ancak çok yakından dikkatle bakıldığında görülebilir. Aynı zamanda vücuttaki en hassas yapılardan biridir. Kornea yüzeyi gözle görülmeyen sinirlerden ve lenf damarlarından oluşur. Ancak bunlar görüntüyü bozmazlar. Bu sinirler en hafif dokunuşa veya dokunma tehlikesine karşı harekete geçip, reflekslerle göz kapağı gibi koruyucu mekanizmaları yardıma çağırırlar. Göz kapağı, kornea üstüne yapışan herhangi bir şeyi derhal dışarı atar ve göz kapağının kapanması korneayı diğer muhtemel tehlikelerden korur. Korneayı oluşturan liflerin ve sinirlerin son derece hassas olmaları yine üstün bir yaratılışın delilidir. Kornea bir anlamda arkasında gözün çalıştığı bir penceredir. Rüzgarın savurduğu bir kum tanesi veya talaş parçası korneayı çizebilir. Kornea bu tür sebeplerle çizilirse ya da hasara uğrarsa kendi kendini tamir edebilir. Gözün hızlı bir kendini yenileme kabiliyeti vardır. Korneanın netliği tam olarak sağlanmasaydı hiçbir zaman düzgün bir görüntüyle muhatap olunamayacak, insan devamlı olarak bulanık görecekti. Böyle bir görüntü olsaydı dünya, elbette şu anda olduğundan çok farklı olacak, herşey puslu bir perde arkasından izlenecekti. Bu yüzden dış dünyayı bu incecik canlı tabakanın izin verdiği netlikte izleyebiliriz. Canlı bir et parçasının bir cam kadar şeffaf ve saydam olması Allah'ın çok üstün bir yaratış delilidir. Dünyaya liflerden ve damarlardan oluşan canlı bir dokunun arkasından baktığımız halde, herşeyi bu kadar net görmemiz Allah'ın sanatı ve lütfudur.
Vücudumuzdaki bütün hücreler tek bir hücrenin çoğalmasıyla oluşur. Gözdeki son derece ince, şeffaf ve narin olan bu canlı zarı oluşturan hücreler de, sert kemikleri oluşturan hücreler de, bağırsak dokularını oluşturan hücreler de, kan hücreleri de hepsi tek bir hücrenin bölünmesi ve çoğalması sonucunda var olmuşlardır. Aynı hücrenin bölünmesi sonucunda, bir yanda taş gibi sert olan kemikler, bir yanda da cam kadar şeffaf olan kornea meydana gelmiştir. Elbette ki cansız ve şuursuz atomlardan oluşmuş hücrelerin böyle bir kararı verme, plan yapma yetenekleri yoktur. Hücrelere neler yapacaklarını hangi organı oluşturup, ne gibi görevler yapacaklarını ilham eden Allah'tır.



GÖZ TESADÜFEN MEYDANA GELEMEZ

Göz, insan vücudundaki en karmaşık ve kusursuz yapıya sahip organlardan biridir. Birbiri ile içiçe geçmiş, biri olmazsa diğerleri işe yaramayacak yaklaşık 40 ayrı organelden oluşur. Bu yapısı ile göz, "indirgenemez komplekslik" denen özelliğe sahiptir. Yani gözü daha basite indirgeyemezseniz; çünkü 40 organelden biri olmadığında göz işlevini yerine getiremez.
Şimdi böylesine karmaşık bir organ olan gözün "tesadüfen" ortaya çıkmış olup-olamayacağını düşünelim: Evrime göre göz oluşumundan önceki canlılar, doğal olarak "gözsüz", yani göremeyen, görme kavramına sahip olmayan canlılardı. Böyle bir canlı nasıl bir süreç sonucu göze kavuşmuş olabilir? Bu canlı, "görmek" diye bir kavramı bile tanımamaktadır ki, kendi kendine bir göz oluşturmayı denesin? Bu canlının böyle bir "talebi" olsa bile, kendi vücudunda kendi kendine bir göz oluşturamayacağı ortadadır.
Peki gözü olmayan bir canlıda nasıl olur da bir göz oluşabilir, bunun için hangi aşamaların tesadüfen arka arkaya sıralanması gerekir, bakalım:
Önce tesadüfen kafatasının içinde göze uygun iki boşluk oluşmuş olabilir mi?
Sonra yine tesadüfen bu boşlukların içinde içi ışığı geçiren bir sıvıyla dolu iki küre oluşmuş olabilir mi?
Daha sonra, bu sıvıların ön tarafında yine tesadüfen ışığın kırılmasını sağlayan ve ışığı gözün arka duvarında odaklayan iki mercek oluşmuş olabilir mi?
Daha sonra yine tesadüfen, gözün etrafa bakabilmesi için göz kasları "kendi kendine" oluşmuş olabilir mi?
Daha sonra yine tesadüfen, gözün arka duvarında, ışığı algılayabilecek retina tabakası oluşmuş olabilir mi?
Daha sonra yine tesadüfen, gözü beyne bağlayacak sinirler kendi kendilerine, durup dururken var olmuş olabilirler mi?
Daha sonra yine tesadüfen, gözün kurumamasını sağlayacak gözyaşı bezleri oluşmuş olabilir mi?
Daha sonra yine tesadüfen, gözü toz ve benzeri yabancı maddelerden koruyacak iki göz kapağı ve kirpik oluşmuş olabilir mi?
Elbette bunların hiçbiri tesadüfen gerçekleşemez. Üstelik evrimci iddiaya göre buraya kadar genel olarak saydığımız aşamaların hepsinin aynı canlıda, arka arkaya meydana gelmiş olması gerekir. Çünkü evrimcilerin kabulüne göre, vücut içinde çalışmayan organlar körelirler. Buna göre, eğer gözün herhangi bir parçası "tesadüfen" oluşmuş olsa bile -ki bu imkansızdır- bu parça bir işe yaramadığı için yok olup giderdi. Çünkü gözün görebilmesi için, bütün parçaların tam olarak var ve çalışır olması şarttır. Örneğin yalnız gözyaşı bezleri dahi olmasa, bir göz beş-on dakika içinde kuruyacak ve işlevini yitirecektir.
Tüm bunlar, gözün asla tesadüfle açıklanamayacak kadar kusursuz bir tasarımın ürünü olduğunun göstergeleridir. Var olan ilk göz, tam ve eksiksiz biçimde var olmuş, yani yaratılmıştır.
Ancak evrimciler bu açık gerçeği görmelerine rağmen, gözü ve göz gibi sayısız karmaşık organı görmezlikten gelerek, evrimin gerçekleştiğine ve bu kusursuz organların tesadüfen meydana geldiğine inanırlar.
Onların bu inancı yolda son derece gelişmiş bir kamera bulup, bu kameranın yoldaki taşın, toprağın, yağmur sularının, camların rastlantılar sonucunda biraraya gelmeleriyle kendi kendine oluştuğunu iddia etmeye benzer. Kamera, sahip olduğu tüm teknik özellikleri ile bir tasarım ve akıl ürünü olduğu son derece açık olan bir alettir. Göz ise bir kameradan çok daha üstün özelliklere sahiptir. Öyle ise kameranın bir tasarımın ve bir aklın ürünü olduğunu açıkça gören bir insan, nasıl kameradan çok daha üstün niteliklere sahip gözün tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmektedir?
Elbette bu iddia açıkça görüldüğü gibi çok büyük bir "saçmalıktır". Nitekim Charles Darwin dahi bu saçmalığı fark edebilmiş ve şöyle demiştir:

Gözün odağını farklı uzaklıklara uydurması, içeri bırakılacak ışık tutarını ayarlaması, küresel ve renksel sapmayı (aberration) düzeltmesi gibi eşsiz düzenlenişlerinin tümünün Doğal Seçme ile oluşabildiğini düşünmenin en ileri derecede saçmalamak olduğunu açık yürekle itiraf ederim…" (Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996, s. 198)


        KAŞ VE KİRPİK MUCİZESİ

Göz kapağının sınırından çıkan kirpikler gözü toz ve yabancı maddelerden korurlar. Koptukları veya kesildikleri zaman tekrar uzarlar. Uzama, kirpik eski boyutuna geldiğinde biter. Kirpikler düzgün, yumuşak ve yukarı doğru hafifçe kıvrıktırlar.
Bu şekil hem kullanışlı hem de son derece estetiktir. Kirpiklerin bu şekli kazanmaları da Allah'ın çok büyük bir rahmetidir. Zeis adlı bezlerin salgıladıkları yağlı bir salgı ile kirpikler yağlanır, kavisli elastik bir yapı kazanırlar. Eğer bu ince bakım yapılmasaydı kirpikler son derece sert, fırça gibi olacak, her göz kırpmada rahatsızlık verici bir karışma ve takılma hissi meydana gelecekti. Kaşlarımız da alnımızdan akan terlerin gözün içine girmesine engel olur. Ayrıca güneş ışınlarını kırarak gözün içine yansımasını engeller. Bunun yanı sıra insan gözünün estetik görünümünü tamamlayan çok önemli birer unsurdurlar. Rabbimiz bütün detaylarıyla insanı en güzel surette yaratmıştır.


            İŞİTME MUCİZESİ

Beş duyu, tam insanın ihtiyacına yönelik olarak düzenlenmiştir. Sözgelimi kulak ancak belirli sınırlar arasında gelen ses titreşimlerini algılar. Çok daha geniş sınırlar içinde duymak ilk başta avantajlı gibi gözükebilir. Ancak, "duyum eşiği" olarak adlandırılan bu algı sınırları, belirli bir amaca yönelik olarak ayarlanmıştır. Eğer çok hassas bir kulağa sahip olsaydık, kalbimizin atarken çıkardığı sesten, yerdeki mikroskobik böceklerin çıkardığı hışırtılara kadar birçok sesle her an muhatap olmak durumunda kalacaktık. Bu da bizim için oldukça rahatsızlık verici bir durum meydana getirecekti. Kulaktaki ve duymadaki bu kusursuz tasarım Allah'ın çok büyük bir lütfudur. Nitekim bir ayette Rabbimiz "O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz." (Müminun Suresi, 78) şeklinde buyurmaktadır. Başka bir ayette şöyle buyrulur:

De ki: “Düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah’tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, biz nasıl ayetleri ‘çeşitli biçimlerde açıklıyoruz da’ sonra onlar (yine) sırt çevirip-engelliyorlar? (En’am Suresi, 46)



            DİŞ MUCİZESİ

Yemeği ağzınıza götürmenizle beraber sindirim sistemi harekete geçer. Ağza alınan yiyecek dişler tarafından parçalanır ve öğütülür. Dişler bu işlem için özel olarak tasarlanmışlardır. Bilinen en sert organik madde olan -diş minesi- ile kaplanmışlardır ve aynı zamanda kimyasal maddelere karşı da çok dayanıklıdırlar. Her diş görevine uygun bir şekle sahiptir. Örneğin ön dişler keskindir, yiyeceği koparır. Köpek dişleri sivridir, besini yırtar, parçalar. Azı dişleri ise besini öğütebilecek şekilde tasarlanmıştır. Eğer ağzımızdaki dişlerin hepsi aynı cins olsaydı, örneğin 32 köpek dişi veya 32 kesici dişe sahip olsaydık yemek yememiz hemen hemen imkansız hale gelirdi. Dişlerdeki tasarımın bir başka örneği de dişlerin diziliminde görülür. Her diş olması gerektiği yerdedir. Kesiciler olmaları gerektiği gibi ön tarafta, azılar yine olmaları gerektiği yerde arka taraftadır. Bunların yerinin değiştirilmesi bile dişleri tamamen kullanışsız hale getirebilir. Ön dişleriniz keskindir böylece elmayı kolaylıkla ısırabilirsiniz. Peki ya arkadaki azı dişleriniz ön kısımda olsaydı? Bu durumda elmayı azı dişlerinizle kesemezdiniz. Aynı şekilde kesici ön dişleriniz ağzınızın arka kısmında olsaydı, bu kez de yediğiniz yiyecekleri çiğneyemezdiniz. Birbirinden bağımsız olan üst ve alt dişler arasında da kusursuz bir uyum vardır. Her iki bölgedeki dişler, çene kemiği kapandığı zaman tam olarak birbirlerinin üzerine oturacak şekilde tasarlanmıştır. Örneğin tek bir azı dişiniz diğer dişlerden daha uzun olsa veya üzerinde fazladan bir çıkıntı bulunsa, ağzınızı kapayamazdınız. Bu durumda konuşma ve yemek yeme gibi ihtiyaçlarınızı dahi karşılayamaz duruma gelirdiniz. Vücudumuzun her bölgesinde olduğu gibi ağzımızdaki dişler de Allah'ın üstün yaratmasıyla, bizim için en kullanışlı olacak şekilde dizilmişlerdir. Bu uyum Allah'ın insan için var ettiği nimetlerden sadece bir tanesidir.


        TÜKÜRÜK MUCİZESİ

Besinler bir yandan dişler tarafından öğütülürken, bir yandan da kimyasal bir saldırıya uğrarlar. Bu saldırıyı gerçekleştiren ise tükürük sıvısıdır. Günlük hayatta hiç kimse ağzındaki bu sıvının farkında olmaz; salgılanıp salgılanmadığını, miktarının çokluğunu azlığını kısacası bu konuyla ilgili hiçbir detayı genellikle düşünmez. Basit bir salgı zannedilen tükürük salgısı, aslında çok hassas oranlara sahip çeşitli kimyasal maddeler içeren özel bir karışımdır. Bu sıvı öncelikle besinlerdeki tadı almamızı sağlar. Besinlerin içindeki tat veren moleküller, tükürük içinde çözülerek dilin üzerinde bulunan tat algılayıcı sinir uçlarıyla birleşirler. Ancak bu şekilde yediğimiz yiyeceklerin tadını alabiliriz. Kuru bir ağızla yenen yiyeceklerin tatlarının alınmaması da bu yüzdendir. Ağızda birbirinden farklı özelliklere sahip iki farklı tükürük sıvısı salgılanmaktadır. Bunlardan biri karbonhidratları çok ince bir şekilde parçalar ve kısmen şekere dönüştürür. Örneğin ekmek bir karbonhidrattır. Eğer ağzınıza bir parça ekmek alır ve birkaç dakika yutmadan bekletirseniz, parçalanan karbonhidratın şeker tadını dilinizde hissedersiniz. Diğer tükürük sıvısı ise çok yoğun bir kıvama sahiptir. Bu yapışkan sıvı sayesinde yemek yerken ağzın her tarafına yayılmış olan yiyecek parçaları biraraya getirilerek lokma şeklini alır. Peki tükürük salgısı olmasaydı ne olurdu? Elbette ki ağzımızdaki kuruluktan dolayı ne yediklerimizi yutabilir, ne besinlerin tadını alabilir, ne de rahatça konuşabilirdik. Katı hiçbir besini yiyemez, sadece sıvı olanlarla beslenmek zorunda kalırdık. Bu da insan için oldukça zor bir durum olurdu. Üç ayrı salgı bezinden salgılanan tükürük, bir yandan yiyecekleri nemlendirerek yutulmasını kolaylaştırırken, diğer yandan da içerdiği kimyasal maddeyle yiyeceklerin içinde vücuda faydalı olan parçaların çözünmesini sağlar. Ağzımız adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışır ve yediğimiz besinlerdeki nişastayı parçalar. Tükürükte bulunan ve pityalin adı verilen enzim bu iş için özel üretilmiş bir kimyasaldır. Pityalin, nişastayı ayrıştırarak şekere dönüştürür. Ağızda yapılan sindirim sadece kimyasal değildir. Aynı zamanda dişlerin yaptığı mekanik bir sindirim de söz konusudur. Bu iki sindirim çeşidi de birbirlerini tamamlayacak şekilde çalışırlar.

             
          DİL MUCİZESİ

Yemekleri öğütmede dilin de önemli bir rolü vardır. Çok hassas bir tat ölçme özelliğine sahip olan dil, aynı zamanda yiyeceklerin ağızda yuvarlanarak boğazdan geçişinde kolaylık sağlar. Dilin üst yüzeyinde ve yanlarında bulunan dört farklı tada; acıya, tatlıya, tuzluya ve ekşiye duyarlı 10.000'e yakın tat noktası vardır. İşte bu tat tomurcukları her gün yediğimiz onlarca çeşit besinin tadını birbirlerine hiç karıştırmadan algılamamızı sağlar. Öyle ki dil daha önce hiç tanımadığı bir besinin tadını da kolaylıkla ayrıştırabilir. Bu sayede hiçbir zaman bir karpuzun tadını greyfurt gibi ekşi olarak algılamayız veya bir pastaya tuzlu demeyiz. Üstelik tat tomurcukları milyarlarca insanda aynı besinde aynı tadı algılar. Herkes için tatlı, tuzlu, ekşi gibi kavramlar aynıdır. Bazı bilim adamları dilin bu yeteneğini "olağanüstü kimya teknolojisi" olarak adlandırırlar. Peki dilin üzerinde az sayıda tat noktası olsaydı ne olurdu? O zaman yediğimiz yiyeceklerin hiçbirinin tadlarını alamazdık. Ne tatlının, ne ızgaranın, ne ekmeğin, ne de başka bir yiyeceğin tadını bilemezdik. Her ne yersek yiyelim, hep aynı yavan tadı alırdık. Yemek yemek zevkli bir nimet olmaktan çıkarak, her gün yapmak zorunda olduğumuz eziyetli bir iş haline gelirdi. Ancak böyle olmaz ve dildeki özel tat tomurcukları sayesinde yediğimiz bütün yiyeceklerin tatlarını ayırt edebiliriz.


     DİLİN ARKASINDAKİ YARARLI BAKTERİLER

Bakteriler genel olarak zararlıdırlar ve onların zararlı etkilerinden korunmak için hem vücut hem de çevre temizliğine dikkat edilmesi gerekir. Ancak zararlı bakterilerin yanı sıra bilim adamları son yıllarda vücudumuzda hatta dilimizin arkasında yaşayan yararlı bakterilerin var olduğunu keşfettiler. Dilinizin arkasında bulunan bu bakterilerin görevi midenizdeki zararlı mikropları öldürmektir. Fakat elbette bu mikropların öldürülmesi basit değildir. Bunun için aşamalı işlemler gerçekleşir. Öncelikle bakteriler, yediğiniz yeşil yapraklı besinlerin örneğin salatanın içinde bulunan "nitrat" adlı maddeyi dilinizin arkasında "nitrit" adı verilen bir başka maddeye dönüştürürler. Ancak işlem bununla da bitmez. Bu kez ağzınızdaki tükürük, nitritle birleşince mikrop öldürücü etkisi olan bir başka maddeye dönüşür. Böylece dilinizin arkasındaki bakteriler sayesinde ağızda mikrop öldürücü bir madde oluşur. Biliyorsunuz ki mikroplar vücudunuzda çeşitli hastalıklara yol açar. İşte ağzınızdaki bu mikrop öldürücü madde üreten iyi bakteriler sayesinde birçok hastalıktan korunmuş olursunuz. Bu iyi bakteriler de vücudumuzu en güzel şekilde yaratan Rabbimizin bize olan şefkatinin göstergelerinden biridir.

           İNSAN SESİNDEKİ MUHTEŞEM ÇEŞİTLİLİK

  Ses oluşumunda kullandığı organlar ve hava gibi etkenler aynı olmasına rağmen, her insanın sesi nasıl farklı olabilmektedir?
            Bu farklılığa neden olan detaylar nelerdir?
            Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği çok özel bir nimet olan ses ve konuşma, çevre ile iletişim kurabilmenin, düşünceleri, sevinç, üzüntü gibi duyguları farklı ses tonları kullanarak anlatabilmenin tek yoludur. İnsan sesi, çok çeşitli tonlamalar meydana getirmesi ile bugüne kadar yapılmış tüm müzik aletlerinden milyonlarca defa daha olağanüstü bir yapı ve işleyişe sahiptir. Müzik aletlerinin zaman içinde eskimesi, bozulması ve her zaman bakıma muhtaç olmasına karşın, sesimiz bozulmadan, eskimeden, kendi bakımını sürekli kendisi yaparak, yaşadığımız süre boyunca bize hizmet eder.

   
SESİN OLUŞUMUNDAKİ KUSURSUZ DETAY

            Sesin oluşabilmesi için gırtlaktaki kaslar, dil, dişler, damak, dudaklar gibi pek çok organ ve hava birbiri ile mükemmel bir uyum içerisinde çalışır. Eğer böylesi bir organizasyon olmasaydı konuşmak istediğimiz zaman ortaya anlaşılmaz ve rahatsız edici bir gürültü çıkardı. Bu organizasyonu mümkün kılan detaylar şunlardır:


   SESİN OLUŞUMU NASIL GERÇEKLEŞİR?

           
Konuşurken nefes veririz ve bu nefes konuşmanın karakteristiğini etkileyen en az 11 noktadan geçer.
            Ses, akciğerlerden nefes borusu ile yukarı doğru çıkan havanın, gırtlakta bulunan iki adet ses telini titreştirmesi sonucu oluşur.
            Ses telleri, konuşulmadığı
zamanlarda ‘V’ şeklindedir ve her iki yana açıktır. Konuşma sırasında orta hatta bir araya gelirler ve ‘II’ şeklini alırlar.
            Bu teller, ince seslerin çıkartılması için daha çok gerilir ve titreşir. Kalın seslerde ise bunun tam tersi bir mekanizma çalışır.
            Ses; gırtlaktan çıktıktan sonra ise, dil kökü, dil, dişler, dudaklar gibi organlarımızda son şeklini alır. Bu sırada geniz, burun boşluğu ve sinüsler de titreşerek kişiye özgü ses karakterleri ortaya çıkar.
            İnsanlar dışındaki tüm canlıların sesleri birbirine benzerdir. Fakat insan sesi bunlardan farklıdır. Çünkü her insanın sesinin bir kimliği vardır. Kendi sesimiz, ailemiz ve tanıdıklarımızın sesleri sadece kişiye özgüdür. Hatta insan sesi o kadar özeldir ki, göremediğimiz halde telefonu açar açmaz karşımızdaki kişiyi ‘merhaba’ deyişinden bile tanıyabiliriz.
            Konuşabilmemizi sağlayan ağız, dil, dudak, ses telleri, sinirler, beyin ve diğer organlarımızla birlikte bizi yaratan Allah, on binlerce kelimeden oluşan dilleri karıştırmadan kelimeleri akıcı bir şekilde ağzımızdan çıkarmamızı da sağlamaktadır. Yüce Allah bu gerçeği Kuran’da şöyle bildirmektedir:

            “İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman Suresi, 3-4)

   
SES TELLERİNDEKİ DETAY

  İnsan sesini oluşturan en önemli organlar, ses telleri ve onların bağlı bulunduğu kaslardır. Bunlar gırtlağın içindeki ses kutusunda bulunan mukus tabakası ile kaplı bir çift kastır. Gırtlağın ön kısmında halka biçiminde olan kalkansı kıkırdakların arkasında yer alır.
            Sesin üretilebilmesi için V şeklindeki ses tellerinin II şekline gelmesi gerekir. Ancak eğer birbirlerine çok yaklaşırlarsa veya yeterince gergin değillerse ses kalitesi düşer. Hatta konuşma gerçekleşmez.
            Ses tellerinin boyu, sesin kalınlığını belirler. Ses teli ne kadar uzun olursa, ses o kadar ince çıkar. Kadınların erkeklere oranla daha ince sesli olmalarının temelinde yatan neden de budur. Çünkü kadınların ses telleri erkeklerin ses tellerinden daha uzundur.
            İnsan dışında hiçbir canlının sesini dinleyerek onun cinsiyeti ayırt edilemez. İnsan ise bu açıdan farklıdır. Konuştuğumuz insanı görmesek bile ses tonundan onun kadın mı yoksa erkek mi olduğunu hemen anlayabiliriz. Bu elbette Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği çok özel bir detaydır.
            Ses tellerinin ses çıkarabilmesi için aralarındaki mesafe, uzunluk, gerilim gibi birçok özelliğin çok ince düşünülmesi ve hesaplanması gerekir. Sadece ses telindeki bu detaylar düşünüldüğünde bunların tesadüfen geliştiğini iddia etmek elbette imkansızdır. Ses telleri, bunların titreşimi gibi birçok detay, Yüce Allah’ın üstün aklı ve her şeyi bir ölçü ile yaratmasının en güzel delilidir. Yüce Allah bu gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle haber vermiştir:

            “… O’nun Katında her şey bir miktar (ölçü) iledir.” (Ra’d Suresi, 8)


 GIRTLAKTAKİ DETAY

Sesin oluşumundaki detaylar, sadece ses telleri ile sınırlı değildir. Nefes borumuzun ağız boşluğuna açılan kısmında yer alan gırtlak (larinks) boyunca, ses telleri dışında uzanan başka kaslar da yer alır. Bu kaslar teller arasındaki hava boşluğunu ve tellerin uzunluğunu kontrol ederler ve ses tellerinin titreşebilmesi, hava akımının geçebilmesi için gırtlağı oluşturan diğer kaslardan bağımsız olarak hareket ederler. Kuşkusuz bu evrim teorisi ile açıklanamayacak bir detaydır. Gırtlağın ses tellerinin titreşmesi için aşama aşama gelişerek, sadece ses tellerinin bulunduğu kısımda ayrı bir kas yapısı oluşturması elbette mümkün değildir. Konuşmanın en önemli şartlarından biri olan bu detay, Yüce Allah’ın “Ol“ emriyle bir anda gerçekleşmiştir.
            İnsanın gırtlağının yapısında konuşmaya yönelik bir başka detay, diğer canlılara oranla insan gırtlağının çok daha aşağıda yaratılmış olmasıdır. Bu detay gırtlaktan çıkan nefesin farklı seslere dönüşmesini sağlar. Gırtlağın bu özelliğinden dolayı nefes borusuna sürekli besin kaçma ihtimali vardır. Bu risk, bebeklik döneminde kazanılan reflekslerle ve “küçük dil” olarak adlandırılan organla ortadan kaldırılmıştır.

  
KONUŞMADA AĞIZ, DİŞ, BURUN VE DİLİN GÖREVİ

Dünyanın dört bir yanında farklı diller konuşulur. Fakat tüm insanların ağızlarından benzer harf sesleri çıkar. Çünkü insanlar Yüce Allah’ın ilhamıyla harfleri söylerken hep aynı organlarını kullanırlar.
            Her iki dudakları ile ‘P’ ve ‘B’, dudak ve dişleri D’, dilin arka kısmı ile de ‘K’ ve ‘G’ seslerini çıkarırlar.
            Hiçbir bebek doğduğu zaman harfleri söylerken ağız boşluğunu nasıl kullanacağını bilmez, fakat konuşma zamanı geldiğinde Afrika’daki kabilede yaşayan bir çocuk da, New York’ta oturan bir çocuk da harfleri aynı şekilde söyler. Kuşkusuz bu büyük bir mucizedir ve konuşmanın tek kaynaktan Yüce Allah’tan gelen ilham ile yapıldığının en güzel delillerindendir.
            Konuşma esnasında bazı organların diğerlerinden daha baskın kullanılması ise gerek konuşmanın anlaşılması gerekse dinleyenin algılamasında sorunlar oluşturur. Örneğin konuşurken gırtlak bölgesini kullananların sesi parazitli çıkar ve rahat duyulabilmelerini zorlaştırır.
            Sadece ağız boşluğunu kullanan kişiler ağızlarını yeteri kadar açmadıkları için “a” ya da “o” yerine “ı” sesi çıkarır ve bu kişilerin seslerini duymak güçleşir.
            Yalnızca burun bölgesini kullanan kişilerin sesi ise tonsuz, enerjisiz ve uğultu halinde çıkar. Bu sorunun nedenlerinden biri yumuşak damağın yeterince çalışmamasıdır. Yumuşak damağın görevlerinden biri, seslerin burun yoluyla çıkmasını engellemek için burun yolunu kapamaktır. Çünkü bazı sesler burun yoluyla çıkmak ister, bu durumda yumuşak damak o bölgeyi kapatır ve seslerin doğru çıkmasını sağlar.
            Şüphesiz burada birkaç örnekle işaret edilen detaylar, seslerin doğru bir biçimde çıkması için tüm sistemin belirli hareketleri aynı anda yapması gerektiğini ortaya koyar. Hiçbirimizin farkında olmadan gerçekleştirdiği bu organizasyon, Yüce Allah’ın üstün aklının sonuçlarından yalnızca biridir.

    
KONUŞMADA BEYNİN ROLÜ

            Tüm konuşmanın organizatörü, beyindeki bir bölgedir. Burada düşüncenin ana yapısı oluşur, kulak ve gözlerden gelen sinyallerle birleştirilir ve boğaza gönderilir.
            Hayvanların beyinlerinde böyle bir bölge yoktur. Bazı papağan, muhabbet kuşu hatta karga türlerinin konuşabilmeleri ise bilinçli bir konuşma şekli değildir. Sadece ezberleme ve tekrar edebilme yeteneklerinden kaynaklanır.
            Bizim beynimizde konuşma noktasının bulunması bize ait özellikler olmadığı gibi, bazı kuş türlerinin kelimeleri ezberleyip tekrar edebilmeleri de onlara ait özellikler değildir. Çünkü beyin sadece bir et parçasıdır. Bu et parçasının düşünüp, konuşmaya karar vermesi hangi harflerin hangi organları kullanarak çıkacağını belirleyebilmesi, kelimelerin anlamlı bir biçimde ve düşünmeden çıkarak dinleyenin anlayabileceği cümlelere dönüşmesi elbette bir et parçasının yapabileceği işlemler değildir. Beyin sadece konuşmayı yönlendiren bir vesiledir. Ayette bildirildiği gibi kelimeleri öğreten ve konuşmayı ilham eden Yüce Allah’tır.

            “Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti.” (Bakara Suresi, 31)

            Buraya kadar anlatılanlar sesin oluşabilmesi için tüm insanlarda olması gereken mucizevi detaylardır. Mucizenin bir diğer tarafı ise tıpkı parmak izi gibi her insanın kendine özgü sesinin olmasıdır? Peki, bu mucize nasıl gerçekleşir?


    SESİMİZİ EŞSİZ KILAN DETAYLAR

  Bugüne kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan milyarlarca insan birbirinden farklı ses tonlarına sahiptir. Bu elbette Yüce Allah’ın insanlara lütuf olarak bahşettiği büyük bir nimettir. Çünkü bu nimet vasıtasıyla insanlar arasındaki iletişim kolaylaşır, birbirlerini görmeseler bile seslerinden tanıyabilirler. Ayrıca insanların zevk alacakları şarkıları dinleyebilmeleri de ancak ses tonlarının farklı olması ile mümkündür.
            Sesimizin sadece kendimize özgü olmasını sağlayan sebep jet makineleri çevresindeki girdapların ses üretmeleri ile benzer yapıdadır. Bu konuda Cincinnati Üniversitesi’nden tıp doktoru Sid Khosla ve ekibi jet makineleri ile ilgili uzun süreli araş tırmalar yapmışlardır ve bu araştırmalarda şu sonuca varmışlardır:
            Akciğerden çıkan hava akımı gırtlak boyunca tıpkı ses motorlarındaki gibi girdaplar yaparak ses üretmektedir.
            Eğer görülebilseydi, dönen duman halkalarına benzeyecek olan bu girdaplar, her insanda farklı ton oluşturan seslere dönüşür. Ancak bu girdapların oluşum mekanizmaları insanın aklıyla çözebileceğinden çok daha komplekstir.
            İnsanın oluşum mekanizması hakkında bile tam bir bilgiye sahip olmadığı ve kendine özgü ses yapısının ortaya çıkmasında hiçbir katkısının olmadığı çok açıktır. Kişiye özel ses elbette Yüce Allah’ın yaratma sanatındaki aklın üstünlüğünü gösterir.


  FARKLI SES TONLARI RABBİMİZ’İN ŞANINDANDIR

            Sesin oluşabilmesi için vücudumuzda pek çok organ birbiri ile tam bir uyum içinde çalışır. Bu organlardan bir tanesinin eksikliği veya görevini tam zamanında yerine getirmemesi sesin oluşumunu engeller. Bu nedenle sesi oluşturan tüm sistemin aynı anda, eksiksiz bir biçimde ortaya çıkması ve her birinin görevini “bilip” kusursuzca işlevini yerine getirmesi gereklidir. Organların aklı ve şuuru yoktur. Bu nedenle görevlerinin ne olduğunu, sesi oluşturmak için neler yapmaları gerektiğini bilemezler. Akla ve bilince sahip olmayan bu parçalar zaman içinde yavaş yavaş gelişerek kusursuz hale de gelemezler. Tıpkı bir kemanı yapan ustanın ancak müzik aletinin bütün parçalarını aynı anda bir araya getirmesi ile sesin çıkması gibi, sesle ilgili donanımımız da Yüce Allah tarafından bir anda yaratılmıştır.
            Ses çıkarabilmemiz için sadece bu sistemin varlığı da yetmemektedir. Aynı zamanda havanın varlığı da şarttır. Üstelik bu hava her insanın gırtlağında farklı girdaplar çizerek sesin kişiye özel olmasını sağlamaktadır.
            Her insanda ses ve konuşma oluşturan donanım ve hava aynı olmasına rağmen her insanın kendisine özgü bir sese sahip olması elbette bir aklın kavrama sınırının çok üstündedir. Bu durum Rabbimiz’in üstün aklını, bir örnek edinmeksizin yaratan olduğunu göstermektedir. Allah insanı yaratmış ve ona, dünya üzerindeki başka hiçbir canlıda olmayan kavramlarla düşünme, konuşma ve kendine özgü ses çıkarma yeteneğini bahşetmiştir. Kuran ayetlerinde şu şekilde bildirilir:

            “İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman Suresi, 3–4)


                   SESİMİZDEKİ KİMLİK

            Her insanın ses oluşumunda görev alan organlarını kullanış şekli farklıdır. Bu nedenle herkesin kendine ait bir ses tonu vardır. Ancak eğer Allah dileseydi bütün insanlar aynı sesle konuşabilir, her yerde aynı ses tonunu da işitebilirlerdi. Kendi sesimiz, annemizin sesiyle, arkadaşlarımızın veya komşumuzun sesi ile aynı olabilirdi. Bunun yanında aynı ses tonuyla bütün insanların telefonla irtibat kurmaları pek çok açıdan riskli ve güç olurdu. Çünkü herkes birbiri adına konuşma yapabilir, bu durumda insanları ayırt etmek mümkün olmazdı. Ayrıca birbirinden farklı güzellikteki insan sesleri olmayacağından tek düze bir müzik anlayışına sahip olurduk.
            Ancak alemlerin Rabbi olan Allah büyük bir nimet ve lütuf olarak insanlar arasındaki iletişimi kolaylaştırmak ve zevk alacakları şarkılar ve sohbetler oluşturmak için; onları birbirinden farklı ve benzersiz ses tonları ile yaratmıştır.
            Yeni doğan bebeklerin gırtlakları yetişkinlere göre yüksektedir. Böylece henüz konuşmadığı için gırtlak yapısına gereksinim duymayan bir bebek, süt emerken aynı anda nefes alabilir ve yetişkinlerde olduğu gibi yuttuklarının nefes borusuna oradan da akciğere kaçma riskini taşımaz. Ancak ileride konuşma için zorluk çıkaracağından, çocuk konuşma çağına girmeden, gırtlak aşağıya iner. Yani tam gereken zamanda tam gereken şekilde gelişir. Bu elbette Yüce Allah’ın yaratma sanatındaki detayı ve üstün aklı gösteren örneklerden yalnızca biridir.



         MİDEDEKİ ASİT MUCİZESİ 

Midedeki sistemde mükemmel bir denge söz konusudur. Besinlerin midedeki sindirimi, bu organın içindeki hidroklorik asit tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu asit o denli güçlüdür ki, yalnız besinleri değil, mide duvarını bile eritebilecek güçtedir. Fakat Rabbimiz bunun çözümünü de en güzel şekilde yaratmıştır: Sindirim sırasında salgılanan mukus adlı bir madde midenin tüm duvarlarını kaplar ve asidin parçalayıcı etkisine karşı mükemmel bir koruma sağlar. Böylece midenin kendi kendini yok etmesi engellenmiş olur. Mukusun bileşimindeki bir hata onun koruyucu özelliğini bozabilir. Oysa, gerek midenin sindirim için kullandığı asitte, gerekse o salgıdan mideyi korumak için ortaya çıkan mukusta kusursuz bir uyum vardır. Mide boşken, proteinleri yani et gibi hayvansal gıdaları parçalamakla sorumlu salgı midede bulunmaz. Daha doğrusu mide boşken bu salgı tamamen farklı, parçalayıcı özelliği olmayan bir madde olarak midede mevcuttur. Protein içeren bir besin mideye geldiğinde, mideye salgılanan bir bileşim bu etkisiz maddeyi çok güçlü bir protein parçalayıcısı haline getirir. Böylece mide boş kaldığında bu güçlü protein parçalayıcı, proteinlerden yapılmış olan mideye zarar vermez. Midedeki sıvının, besin geldiğinde parçalayıcı özellik kazanması Allah'ın insan üzerindeki korumasının çok olağanüstü bir örneğidir.


  MİDENİZ YİYECEKLERİ NASIL SİNDİRİR?

Besinlerin sindirimi ilk olarak ağızda başlar. Yediğiniz yiyeceklerin içinde bulunan karbonhidratlar ilk olarak ağzınızdaki tükürük tarafından parçalanır. Örneğin sabah kahvaltıda yediğiniz ekmek ilk olarak ağzınızda parçalanmaya başladı. Ama onunla birlikte yediğiniz peynirin parçalanması için biraz daha zaman gerekiyor.
Ağızda parçalanan besinler yemek borusunu geçerek mideye gelirler. Mideye gelindiğinde ise başka bir mükemmel denge ile karşılaşılır. Besinlerin midedeki sindirimi, parçalayıcı etkiye sahip çok güçlü bir sıvı tarafından yapılır. Bu sıvı midedeki hidroklorik asittir. Sizin de bildiğiniz gibi, asitlerin parçalayıcı etkisi vardır. Değdikleri yeri yakarak eritirler. Örneğin tıkanık lavaboları açmak için annenizin kullandığı malzemelerin içinde asit vardır. Bu asitler borularda birikmiş olan besin artıklarını ve kirleri anında parçalara ayırıp, tıkanık yerlerin açılmasını sağlarlar. İşte midemizde bulunan bu güçlü asit sayesinde de büyük parçalar halinde mideye ulaşan besinler, vücudumuzun kullanabileceği hale gelirler. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta daha vardır.
Yediğimiz besinleri midedeki asitin parçaladığından söz ettik. Peki bu asit nasıl olur da kendisi de etten oluşan midemizi parçalamaz? Bir düşünün, örneğin akşam yemeğinde yediğiniz etleri midenizdeki asit sindirirken, yine aynı şekilde bir et olan midenizin kendisini nasıl olup da görmezden geliyor? İşte burada da Rabbimizin yaratışındaki mükemmellik ortaya çıkmaktadır. Herşeyi kusursuz yaratan Allah, bu sistem içerisinde midenin kendisinin sindirilmesini engelleyen bir koruma da yaratmıştır.
Bu koruma şöyle gerçekleşir; sindirim sırasında hidroklorik asitin mideyi parçalamasını engellemek için "mukus" adı verilen bir başka sıvı daha salgılanır. Bu sıvı midenin iç duvarlarını tamamen örter ve hidroklorik asitin mideye zarar vermesini engeller. Böylece midenin kendi kendini sindirmesi engellenmiş olur.
Besinlerin mideden sonraki durağı ise bağırsaklardır. İnce ve kalın olmak üzere iki çeşit bağırsaktan geçen besinler bu yol boyunca daha da küçük parçalara ayrılır ve yine vücudun kullanabileceği hale gelirler. Bu besinlerin gerekli olan kısımları ince bağırsaktan kana karışır ve gereksiz olanları da boşaltım sistemiyle vücuttan atılırlar. Yediğimiz besinlerin bağırsakta geçirdikleri aşamalar da çok önemlidir. Midede olduğu gibi ince bağırsakta da sindirim devam eder. Besinler daha da küçük parçalara ayrılırlar. Artık o kadar küçülmüşlerdir ki bağırsakların etrafındaki incecik kan damarlarının içine girip kan yoluyla vücudun her yerine gidebilirler.
Sindirim sistemi, her makinede olduğu gibi çeşitli parçalardan oluşur ve bu parçaların her biri eksiksizce çalıştığı için besinleri sindirebilirsiniz. Sindirim sisteminin parçalarının birbirine uyumlu ve birarada olması çok önemlidir, yoksa sistem çalışmaz.
Şimdi bir sistemin çalışabilmesi için neden her parçasının eksiksizce birarada olması gerektiğini daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek verelim:
Uzaktan kumandalı bir araba; tekerleklerden, kumanda aleti, motor, piller, dişli, bobin, anten benzeri çeşitli parçalardan oluşur. Sindirim sisteminde de aynı şekilde çeşitli parçalar vardır. Bunlar mide, yemek borusu, dişler, dil, bağırsaklar gibi çeşitli organlarımızdır.
Şimdi şöyle bir düşünün uzaktan kumandalı bir arabanın anteni veya tekerlekleri olmadan araba hareket eder mi? Elbette hayır. Araba ancak her parçası birarada olduğu takdirde çalışır. İşte sindirim sistemi için de aynı şey geçerlidir. Yemek borusu olmadan midenin olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü yiyecekleri mideye taşıyan yemek borusudur. Veya mide olmadan bağırsakların bir işe yaraması mümkün değildir. Çünkü midede sindirilen besinler bağırsaklara geçerek hücrelerimize kadar ulaştırılacak hale getirilirler.
Vücudumuzun sindirim mekanizması eksiksiz olarak planlanmıştır. Ağızdan başlayıp, yemek borusu, mide ve bağırsaklar boyunca devam eden bu yolculuk sırasında yediğimiz yiyecekler çeşitli aşamalardan geçerler. Ve sonunda hücrelerimizin ihtiyaç duyduğu besinler elde edilmiş olur. Bunlar da bağırsaklardan kan yoluyla dağıtılmak üzere vücuda gönderilir. Eğer bu mekanizma kusursuz bir şekilde işlemeseydi, yediğimiz yiyeceklerin hazmedilmesi bizim için çok zor olurdu.
İlk olarak, eğer dişlerimiz olmasaydı, yiyecekleri yeterince parçalayamazdık ve boğazımızdan geçişleri mümkün olmazdı. Geçseler de yemek borusunda çok büyük tahribat oluştururlardı. Eğer midemiz besinleri sindirip, parçalayacak özellikte olmasaydı, yediğimiz her yiyecek koca bir kütle şeklinde midede kalıp rahatsızlığa neden olurdu. Ayrıca besinlerin sindirilememesi demek vücudumuzun beslenememesi anlamına gelir. Beslenemeyen vücut da bir süre sonra tüm gücünü kaybeder ve hücreler ölmeye başlar. Ancak biz bu ihtimalleri yaşamayız. Çünkü Rabbimiz vücudumuzdaki her parçayı kusursuz olarak yaratmıştır. Biz hiç farkında olmadan bu mükemmel sistem işler.


          BURUN MUCİZESİ

Her gün farkında olmadan yaptığınız işlerden biri de nefes alıp vermektir. Burun, nefes borusu ve akciğerlerin üstlendiği bu görev esnasında birçok işlem gerçekleşir. Aslında nefes almanız demek, vücudunuzdaki hücrelerin oksijenle beslenmesi demektir. Hücreler eğer oksijenle beslenmezlerse yaşayamazlar. Bu nedenle ancak çok kısa bir süre nefessiz kalabilirsiniz. Bu süre uzarsa hücrelerinizin ölmesiyle birlikte vücudunuz da ölür.
Solurken ciğerlerimize çektiğimiz havanın soğuk ve kirli olması sağlığımızı olumsuz yönden etkiler. Nefes almanızla birlikte burnunuza dolan hava temizlenmeye başlar. Özel bir klima gibi çalışan burnumuzun içinde filtre işlevi gören tüycükler kirli, sıcak, soğuk ya da nemli havayı akciğerlerimiz için uygun hale getirirler. Bu tüycükler sayesinde soluduğumuz hava süzülür, temizlenir, nemlendirilir, ısıtılır ve içindeki bakterilerden arındırılır. Burnumuzdaki küçük tüycükler sayesinde her gün yaklaşık olarak 20 milyon yabancı maddeye karşı vücudumuz korunmaktadır.
Burnumuzun bu kadar fazla sayıdaki yabancı maddeyi tanıyıp, ayırt etmesi oldukça detaylı bir işlemdir. 20 milyon yabancı maddenin tesadüfen tanınması ve burundan geçişine izin verilmemesi tesadüfen olacak bir iş değildir. Bu durum, Allah'ın yaratma gücünün büyüklüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Burnumuzdaki klima sistemi vücudumuzun bir başka kusursuz parçasıdır. Bu kadar mükemmel çalışan bir sistemin tesadüfen var olması elbette ki mümkün değildir. Bunun imkansızlığını daha iyi anlayabilmek için şu kıyaslamayı yapmak faydalı olacaktır. Bir klima düşünün, sizi yazın sıcaktan koruyan, kışın ısınmanızı sağlayan ve uzaktan kumanda ile çalıştırdığınız böyle bir aletin tesadüfen oluşması mümkün müdür? Tüm parçaları biraraya bırakılıp terk edilse, bu parçalar zaman içinde biraraya gelip kendi kendilerine kusursuz çalışan bir klimaya dönüşebilirler mi?
Böyle bir şey elbette mümkün değildir. Herhangi bir makinenin oluşması için akıl sahibi birinin onun üzerinde ciddi olarak çalışması gerekir. Bunun aksi düşünülemez. Makineyi bir kenara bırakın en basitinden bir yap-boz oyununda bile doğru resmin oluşması için birinin doğru parçaları biraraya getirmesi gerekir. Vücudumuzda klima gibi çalışan burnumuz da birçok parçadan oluşur ve dünya üzerindeki her klimadan çok daha kusursuz bir sisteme sahiptir. Nasıl bir klima tesadüfen oluşmuyorsa, ondan daha üstün olan burnumuz da tesadüfen oluşmamıştır. Bu da bize "dünyanın taklit edilemeyen en iyi klima sistemi" olarak bilinen burnumuzu Rabbimizin yarattığını gösterir.



 NEFES BORUSUNDA HATASIZ YÖN TESPİTİ YAPABİLEN TÜYCÜKLER

Burunda temizlenen hava, solunumun bir sonraki aşamasında vücut içinde yol alarak biraz daha aşağılara doğru inecektir. Havanın burundan sonra geçeceği bölge nefes borusudur. Solunan havanın içinde toz gibi vücut için zararlı yabancı maddeler hala vardır. Bunun için soluduğumuz havanın akciğerlere ulaşmadan önce bir kez daha güvenlik kontrolünden geçirilmesi gerekir. Bu güvenliği sağlayan, bütün solunum yollarının yüzeyini kaplayan kaygan bir tabakadır. Bu tabakaya mukus tabakası adı verilmiştir.
Bu tabakayı oluşturan mukus maddesi, havayla birlikte soluduğumuz toz gibi küçük maddeleri tutarak, akciğerlerimize girmelerini engeller. Ancak yabancı maddelerin sadece mukus tarafından tutulması yeterli değildir, ayrıca biriken yabancı maddelerin vücuttan atılması gerekir. Bunun için de bir başka güvenlik mekanizması devreye girer. Bu güvenlik mekanizması nefes borumuzun iç yüzeyini kaplayan silya adındaki tüycüklerdir. Bu tüycükler nefes borusundan yukarıya yani ağzımıza doğru sürekli olarak hareket ederler. Bunu rüzgarlı bir arazide buğday başaklarının hep aynı yöne doğru hareket etmesine benzetebiliriz. Bu tüycüklerin sürekli ağzımıza doğru olan hareketleri sayesinde yabancı maddeleri tutan mukus tabakası da nefes borusundan yukarıya doğru ilerler.
Bu yabancı maddeler yukarı doğru çıkıp, boğazımıza geldiklerinde, doğal olarak bir yutma hissi oluşur. Böylece bize zarar verecek yabancı maddelerin tümü yutularak mideye iletilir ve mide asitinde parçalanıp yok edilir. Nefes borumuza yerleştirilmiş olan bu tüycüklerin görmek için gözleri, düşünebilmek için beyinleri yoktur. Ancak kendilerine kıyasla kilometrelerce uzakta bulunan ağzımızdaki yutağın yerini tespit edebilmektedirler. Ayrıca yabancı maddelerin zararlı olduğunu bilip, vücuda girmelerine izin de vermemektedirler. Bilim adamlarının yıllar süren araştırmalarına rağmen tüycüklerin çalışma mekanizması hala tam olarak keşfedilememiştir. Ama unutmayın ki, insanların sistemini henüz çözemediği bu tüycükler bedenimizdeki diğer herşey gibi, yeryüzünde ilk insan var olduğundan beri kusursuzca çalışmaktadırlar.
Soluduğumuz hava neden bu kadar önemlidir? Belli bir süre nefes alamazsak neden insan ölür? Bu sorulara şöyle cevap verelim: Vücudumuzu oluşturan hücrelerin en temel besini oksijendir. Şu anda elinizde bu kitabı tutabilmeniz için elinizdeki kas hücreleri sürekli olarak oksijenle beslenmektedirler. Bunun için de nefes almamız şarttır.


    SOLUDUĞUMUZ HAVANIN AKCİĞERLERE GİTMESİ

Nefes aldıktan sonra nefes borusundan akciğerlere gelen temizlenmiş ve nemi ayarlanmış hava artık kullanılabilir haldedir. Akciğerlerden kan yoluyla vücudun en derinindeki hücrelere kadar gider ve onları besler. Aynı zamanda da hücrelerdeki atık madde olan karbondioksiti alır. Biz nefesimizi geri verirken de hücrelerden toplanan bu karbondioksiti vücudumuzdan dışarı atmış oluruz.
Nefes almayı basit bir işlem zannediyor olabilirsiniz ancak bu sırada vücudunuzun derinliklerinde büyük bir oksijen-karbondioksit alışverişi yapılıyor. Tüm bunlar Allah'ın planlı olarak yarattığı ve bizim hizmetimize verdiği nimetlerdir. Bir düşünün, sadece nefes almanızı bile kendiniz ayarlayacak olsaydınız, bunu hiç şaşırmadan ve karışıklık çıkmadan yapmaya gücünüz yetmezdi. Bir yerde yorulur, bırakmak zorunda kalırdınız. Rabbimiz böyle bir şey güç yetiremeyeceğimiz için bize, tüm diğer vücut sistemlerimiz gibi kusursuz çalışan bir solunum sistemi vermiştir. Bu, Allah'ın bize dünyada verdiği nimetlerden biridir.



        AKCİĞERLERDEKİ ETKİLEYİCİ TASARIM

Akciğerleriniz sizin hareketlerinize göre kendini ayarlayan muhteşem bir organdır. Koştuğunuzda akciğerleriniz çok daha fazla çalışır ve artan oksijen ihtiyacınızı karşılar, oturduğunuzda ise daha yavaş çalışır, ancak hiç durmaz. Yaşadığınız süre boyunca akciğerleriniz bir hava pompası gibi hiç durmadan vücut içine hava alıp, daha sonra bunu dışarı pompalar. Bunu yaparken de solunum sisteminin diğer elemanları ile birlikte bir uyum içinde hareket eder. Çünkü nefes alabilmek için akciğerin varlığı tek başına yeterli değildir. Akciğerin çalışmasını sağlayacak bir dış güce de ihtiyaç vardır. Bu güç göğüs kafesinin hemen altındaki diyafram ve kaburga kemiklerinin aralarında bulunan kaslar sayesinde kazanılır.
Nefes alıp verirken, kendinize şöyle bir bakın. Kaburga kemiklerinizin dışarı ve yukarı doğru hareket ettiğini göreceksiniz. Bu sırada akciğerin altında bulunan diyafram kası da aşağı doğru yassılaşır. Akciğer nefes borusundaki havayı aşağıya doğru çeker. Soluk verildiği zaman da kaburga kemikleri içeri doğru geri çekilir. Kaburganın altında bulunan diyafram kası yukarı doğru hareket eder. Akciğer sıkışınca küçük keseciklerdeki hava nefes borusundan dışarı çıkmaya zorlanır.
Koşmak, gülmek, yürümek, yatmak… Siz bunları hiç düşünmeden yaparsınız, ancak bütün bu değişik hareketler sırasında akciğerlerinizde vücudunuzun oksijen ihtiyacını belirleyen otomatik bir solunum denetim sistemi çalışmaktadır. Hareket halindeyken vücut hücrelerinin aktiviteleri artar, hücreler daha çok güç ve enerji harcar. Bu yüzden vücuttaki 100 trilyona yakın hücre normalden daha fazla oksijene ihtiyaç duyar. Oksijen ihtiyacının artmasının yanısıra hücrelerin ürettikleri fazla karbondioksitin de vücuttan hemen atılması gerekmektedir. Eğer artan oksijen talebi karşılanmazsa bu durumdan bütün vücut hücreleri zarar görür. Bu nedenle solunum hızlanır, yani akciğerler daha hızlı çalışır.
Son derece hayati olan bu durum yine mucizevi bir sistem sayesinde çözüme kavuşturulmuştur. Beyin sapı olarak adlandırılan bölgede kandaki karbondioksit oranını devamlı kontrol eden alıcılar vardır. Bu alıcıların bağlı olduğu merkezler, içinde bulunulan duruma göre akciğerlerin çalışmasını sağlayan kaslara gerekli emirleri gönderir. Beyin sapı haricinde akciğerlerin dış yüzeyinde bulunan basınca karşı hassas algılayıcılar da, akciğerin gereğinden fazla gerilmesi durumunda beyin sapına, solunum derinliğinin azaltılması için gerekli olan emirleri gönderirler. Bu işlemler her gün, her saniye, her an hiç durmadan tekrarlanır.
Birbirini tamamlayan birçok dengeden oluşan bu sistemin kendiliğinden kör rastlantılar sonucu oluştuğunu iddia etmek elbette ki mümkün değildir. İnsan vücudundaki solunum sistemi Allah'ın yaratma sanatının örneklerinden sadece biridir.


         KANDAKİ ŞEKER ORANININ AYARLANMASI

İnsanın vücudundaki şeker miktarının belirli sınırlar içinde olması yaşamın devamı için zorunludur. Ama günlük hayatta şekerli gıdalar yerken elbette ki bu hassas dengenin hesabını siz yapamazsınız. "Sizin adınıza" bu hesap yapılır. Kanınızdaki şeker miktarı yükseldiğinde pankreas adı verilen organınız insülin denilen özel bir madde salgılar. Bu madde karaciğer ve vücuttaki diğer hücrelere kandaki fazla şekeri geri çekip depolamalarını emreder. Kandaki şeker oranı, böylece hiçbir zaman tehlikeli bir düzeye çıkmaz. Onları kontrol etmek bir yana, günlük hayatta sizin ne pankreastan ne insülinden ne de karaciğerden haberiniz olmaz. Kanınızdaki şekerin yükseldiğini fark etmezsiniz, hatta önünüze farklı şeker oranları olan iki şişe kan konulsa aradaki farkı anlayamazsınız. Bunun için laboratuvarlara, gelişmiş aletlere ihtiyacınız vardır. Ama hiçbir zaman görmediğiniz ve bilmediğiniz bazı hücreleriniz, kandaki şekeri bu laboratuvar ve aletlerden daha hassas şekilde ölçer ve ne yapılması gerektiğine karar verirler. Sonra gerekli tedbirler alınır, hücreler kandaki şekeri tanıyıp, ayırt edip, yakalarlar. Yediği herhangi bir şekerli yiyecek nedeniyle kolaylıkla ölebilecek olan insan, Allah'ın vücuduna yerleştirdiği bu eşsiz koruma sistemi sayesinde hayatta kalır.


              KEMİK MUCİZESİ

İskelet başlı başına bir mühendislik harikasıdır. Vücudun yapısal destek sistemidir. Aynı zamanda beyin, kalp, akciğer gibi hayati organların korumasını yapar, iç organlara destek olur. İnsan vücuduna, hiçbir yapay makine tarafından taklit edilemeyen üstün bir hareket kabiliyeti verir. İskeleti oluşturan kemikler de üstün bir yapıya sahiptirler. Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize, vücut ağırlığımızın üç katı kadar bir yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. Peki kemik denen ve bir tek hücrenin bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir? Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir. Bu benzersiz yaratılış sayesinde kemikler, hem son derece sağlam, hem de rahatlıkla kullanılabilecek hafifliktedirler. Eğer aksi olsaydı, yani kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemik ağırlığı insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve sert olup en küçük bir darbede çatlama ve kırılma yapardı. Kemiklerimizin bu mükemmel tasarımı, bizim son derece rahat bir hayat sürmemizi, çok zor hareketleri kolaylıkla ve hiç acı duymadan yapabilmemizi sağlamaktadır.
Kemiğin yapısının bir başka özelliği de vücudun gerekli bölgelerinde esnek bir yapıya sahip olmasıdır. Örneğin göğüs kafesi; kalp ve akciğer gibi hayati organları korurken, bir yandan da akciğerlere havanın dolmasını ve boşalmasını sağlayacak şekilde genişler ve büzülür. Kemiklerin esneklikleri zamanla değişebilir. Örneğin kadınlarda leğen kuşağı kemikleri, hamileliğin son aylarına doğru gevşer ve birbirlerinden biraz ayrılırlar. Bu son derece önemli bir ayrıntıdır, çünkü bu gevşeme sayesinde bebeğin başı doğum sırasında ezilmeden dışarı çıkabilir. İskeletin bu hareket kabiliyeti Allah'ın sonsuz şefkatinin birer tecellisidir.
Her adım atışımızda omurgamızı oluşturan omurlar birbiri üstünde hareket ederler. Bu sürekli hareket ve sürtünme, omurların aşınmasına sebebiyet verecekken bu tehlikeyi önlemek için her bir omur arasına disk denen dayanıklı kıkırdaklar yerleştirilmiştir. Bu diskler amortisör görevi yaparlar. Dahası her adım atışta, vücut ağırlığından kaynaklanan bir tepki kuvveti yerden vücuda gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı" kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez. Eğer tepkiyi azaltan esneklik ve özel yapı olmasa, ortaya çıkan kuvvet direk kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi.
 Kemiklerin birbirlerine eklendikleri yerlerde de çok üstün bir yaratılış söz konusudur. Eklemler bir ömür boyunca hareket ettikleri halde yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü eklemlerin sürtünme yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu tabakaların altında koyu ve kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine baskıda bulunursa bu sıvı, gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin "yağ gibi" kaymasını sağlar. İnsan bu mükemmel tasarım sayesinde birbirinden çok farklı hareketleri büyük bir hız ve rahatlık içinde yerine getirir. Herşeyin bu kadar mükemmel olmadığını mesela tüm bacağımızın tek bir uzun kemikten meydana geldiğini düşünün. Yürümek büyük bir sorun haline gelecek, son derece hantal ve hareketsiz bir bedenimiz olacaktı. Bir yere oturmak bile güçleşecek, bu tür hareketler sırasındaki zorlamalar nedeniyle bacak kemiği kolaylıkla kırılabilecekti. Oysa insanın iskeleti, vücudunun her hareketine kolaylıkla izin verecek bir yapıdadır. İskeletin sahip olduğu tüm özellikleri kullarına karşı çok merhametli olan Rabbimiz yaratmaktadır. Allah, Kuran'da şöyle bildirir:

...Kemiklere de bir bak nasıl biraraya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?... (Bakara Suresi, 259)

Vücudunuzda toplam 206 tane kemik var. Bu kadar kemiğin çok fazla olduğunu düşünmüş olabilirsiniz, ancak şimdi vereceğimiz örnekle bunun ne kadar gerekli olduğunu anlayacaksınız. Parmaklarımızı düşünelim. Eğer parmaklarımız birer kemikten oluşsaydı, siz bir kitabı tutamazdınız. Neden mi? Çünkü dimdik duran bir kemiği bükmeniz mümkün değildir, zorladığınızda kemik kırılır. Parmaklarınızı bükemeyeceğiniz için de cisimleri kavramanız, bir yere tutunmanız, yazı yazmanız, yemek yemeniz imkansız hale gelir. Bir kitabı rahatlıkla tutabilmeniz hatta bir taraftan da meyve suyunuzu içebilmenizin sebebi, elinizde -parmaklarınızdakiler de dahil olmak üzere- birbirine bağlı tam 27 tane kemiğin olmasıdır.
Vücudumuzda, elimizde olduğu gibi, birbirine bağlı toplam 206 kemik bulunur. Bu kemiklerin hepsi yerlerine çok akıllıca bir planla yerleştirilmiştir. Bu kusursuz plan sayesinde öne doğru eğilebilir, dizlerinizi bükebilir, başınızı yanlara doğru çevirebilirsiniz. Ancak dikkat edin tüm bunları sadece kemiklerinizi kullanarak yapmanız da mümkün değildir. Çünkü kemikler eğilip, bükülemezler. Bu işlemler için kemiklerin birbirleriyle bağlantı noktalarında eklemlerimiz bulunur. Eklemler sayesinde rahatlıkla kolumuzu büker, bacağımızı kaldırır, parmaklarımızı kullanabiliriz.
Eklemlerin kemiklerimizin hareketi için ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verelim:
Tahtadan bir kukla yaptığınızı düşünün. Bu kuklanın kollarını oynatabilmesi için ne yapmanız gerekir? Elbette ki omuzuyla kolunun birleştiği yere oynak bir parça takmadan kuklanın kolları hareket etmeyecektir. Peki ya bacaklarını nasıl oynar hale getireceksiniz? Bunun için de bacakla gövdenin birleştiği yerde oynar bir parça kullanmak gerekir. Ancak bu şekilde tahta kuklanın kollarını ve bacaklarını oynatabilirsiniz. Aynı şekilde kol ve bacak yapımında kullandığınız tahtaları iki parçaya bölüp, aralarına oynar parça yerleştirirseniz bu kez kuklanın kolları dirseklerinden, bacakları da dizlerinden bükülebilir. Bu basit örnekten de anlaşılacağı gibi kemiklerimizin fazla sayıda oluşu ve aralarında gerekli yerlere eklemlerin yerleştirilmiş olması bizim rahat hareket etmemizi sağlar. Allah'ın eksiksiz ve benzersiz yaratmasındaki ihtişamı her insanın kendi bedeninde görmesi ve üzerinde düşünerek şükretmesi gerekir.

                                     
KIRILAN BİR KEMİK NASIL İYİLEŞİR?

Kemiklerin çok sert ve güçlü bir yapıdırlar. Ancak bu özelliklerine rağmen kemiklerimiz de çok güçlü bir darbeye maruz kaldıklarında kırılırlar. Peki sonra ne olur? Kemik kendi kendini tedavi eder. Doktorlar kırılan kemiğin doğru şekilde birleşmesi için kırık kemiğin yönünü düzeltip, kırılan bölgeyi alçı içine alırlar. Bunun dışında yapılması gereken bir şey yoktur. Çünkü zaten kemiğin kendi kendini tamir mekanizması vardır. Bir kemiğin, kırıldığında kendisini hemen tamir etmeye başlaması ve tamirden sonra eskisinden daha sağlam olması olağanüstü bir olaydır. Bu mucizevi olay şöyle gerçekleşir:
Öncelikle kırılan kemiğin etrafındaki kan pıhtılaşır ve "hematom" adı verilen dev bir pıhtı oluşur. Bu dev pıhtı sizin de çok yakından bildiğiniz, derinizdeki yaranın üstünde oluşan kabuk gibi tabakadır. Kemik yapıcı hücreler salgıladıkları minerallerle bu pıhtıyı sert bir kemiğe dönüştürürler. Bu işlem bitince bu kez kemik yıkıcı hücreler devreye girer. Kemik yıkıcı hücreler de adeta profesyonel bir heykeltıraş gibi hareket ederek eritici bir asit olan hidroklorik asitle yeni kemiği törpüleyerek, şekil vermeye başlarlar. Bu işlem kemik eski haline gelinceye kadar devam eder. Hatta kemiğin kırılmasından 1 yıl sonra dahi kemik eritici hücreler siz farkında olmadan hala kemiğinizin eski şekline dönmesi için sabırlı bir heykeltıraş gibi törpüleme işlemine devam etmektedirler.
Sizin de hemen anladığınız gibi, gözle göremediğimiz kadar küçük varlıklar olan kemik hücrelerinin yaptıkları tüm bu işlemler üstün bir şuurun göstergesidir. Çünkü hücrelerin görmek için gözleri yoktur, buna rağmen kemik yapabilmektedirler. Ayrıca kırılan boşluğun dolduğunu anlayıp, işlerine ne zaman son vermeleri gerektiğini de bilmektedirler. Ardından kemik yıkıcı denen hücreler yeni yapılan kemiğin kaba olduğunu fark edip, kemiği törpülemeye başlamaktadırlar. Bunun için de sert kemiği parçalayabilecek güçlü bir asit kullanmaktadırlar, ancak bu asidi de gerektiğinde fazla, gerektiğinde az kullanarak kemiği en uygun şekle getirmektedirler.
Gördüğünüz gibi kemik hücrelerinin tümü neyi, nasıl ve nerede yapacaklarını çok iyi bilirler. Kemiklerimizin tamir olması için kurulan sistem mükemmel işler ve kemiğin kendi kendini tamir etmesini sağlar. Kemiklerin bu özelliğini bilim adamları yıllardır, büyük bir hayranlıkla taklit etmeye çalışırlar. Ancak bunu henüz başaramadılar.
İnsanların taklit edemediği bu yeteneği kemik hücrelerimiz nasıl kazanmışlardır? Kırılan kemiği tamir için ne gibi malzemeler gerektiğini, nasıl işlemler yapılacağını hücreler nereden bilirler? Hücrelerden kimileri kemikleri yıkma özelliği kazanmışken kimileri de şekil verme görevini üstlenmiştir. Bu görev dağılımını yapan kimdir? Nasıl olup da karışıklık çıkmamakta, hepsi tam gereken zamanda görevlerini yerine getirmektedirler? Kemik hücreleri bunları kendileri mi öğrenmişlerdir?
Elbette tüm bu olağanüstü işleri gözle görülmeyen hücrelerin kendi iradeleriyle yapmaları imkansızdır. Bunları tesadüfen öğrenmiş olmaları da mümkün değildir. Kemik hücrelerimiz kendilerini yaratan üstün akıl sahibi Allah'ın ilhamıyla hareket ettikleri için usta birer heykeltıraş gibi kemiklere şekil verebilmektedirler.

                
VÜCUDUNUZDAKİ HÜCRELER KEMİKLERİ NASIL OLUŞTURUR?

Vücudunuzdaki 206 kemiğin büyük bir bölümü şekil olarak birbirinden farklıdır. Onların bu farklılaşmaları ilk ortaya çıktıkları anda yani henüz siz annenizin karnındayken başlar. Giderek sayıları artan hücreler, sanki vücudun hangi bölümünün hücresi olmaları gerektiği kendilerine öğretilmiş gibi, farklı bir şekle bürünmeye başlar.
Kimi hücreler kemiklerinizi, kimi hücreler karaciğerinizi, kimi böbreklerinizi, kimi de gözlerinizi oluşturur. Ancak karaciğeri, kemiği veya gözleri oluşturan hücrelerin sadece biraraya toplanması yeterli değildir. Bunların kendi aralarında da farklılaşmaları gerekir. Örneğin kemik hücreleri, oluşturacakları kemiğin vücudunuzun hangi bölgesinde olacağını bilerek ona uygun yere gitmeli ve uygun şekli almalıdırlar.
Ayaklarınızdaki kemik hücreleri adeta profesyonel bir heykeltıraş gibi çalışarak kavisli, parmaklar için girinti ve çıkıntıları olan kusursuz ayak kemiklerini oluştururlar. Kafatasınızı oluşturan kemik hücreleri de beynin ölçülerini bilircesine, tam ona uygun, girintisi ve çıkıntısı olmayan, beyni kusursuz şekilde saracak bir kemik tabakası meydana getirirler. Ne daha küçük yapıp beyni sıkıştırırlar, ne de daha büyük yapıp insanın kafasını taşımasını zorlaştırırlar.
Kendilerine ne gibi bir şekil vermeleri gerektiğini, ne hücresi olmaları gerektiğini çok iyi bilerek, kemiklere kusursuz bir biçim veren hücrelerin bu şuuru nereden kaynaklanmaktadır? Onlara bu ince planı ilham eden Rabbimizdir.


             DERİ MUCİZESİ

Metrelerce uzunlukta ama tek parçadan oluşan bir doku düşünün; bu hem ısınmayı, hem de serinlemeyi sağlayacak özelliklere aynı anda sahip olan; sağlam ama aynı zamanda çok estetik, her türlü dış etkiye karşı çok etkin bir koruma sağlayan bir doku olsun. İnsan vücudunu ve diğer tüm canlıların vücutlarını türlere göre bazı değişiklikler göstererek kaplayan deri dokusu yukarıdaki özelliklerin tümüne sahiptir. Derinin sadece bir bölümünün bile tahrip olması öncelikle vücutta önemli bir su kaybına sebep olacağı için ölüme yol açar. Derimizin 1 cm altını kaldırdığımızda karşılaşacağımız manzara; yağların ve proteinlerin oluşturduğu, çok çeşitli damarların da bulunduğu estetik olmayan, hatta ürkütücü bile sayılabilecek bir görüntü olacaktır. Deri, bütün bu yapıları kapatıcı özelliği sayesinde hem vücudumuza çok önemli bir estetik katkıda bulunurken, hem de tüm dış etkenlerden korunmamızı sağlar ki sadece bu özelliği bile derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeter. İnsan yaşamında hayati bir yere sahip olan deri, Allah'ın sonsuz rahmetinin çok güzel tecellilerinden biridir.
Rabbimiz deriyi yaratarak insana hem çok güzel bir görüntü vermiş, hem de bir santimetre altına yerleştirdiği maddelerle acizliğini fark etmesini sağlamıştır. Deri, kulaktan, burundan hatta gözden bile önemli bir organdır. Diğer duyu organlarımız olmadan yaşayabiliriz. Ama deri olmadan insanın hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü insan vücudunun en hayati sıvısı olan "su"yun deri olmadan vücutta tutulması mümkün değildir.
Deri dayanıklı ve esnektir. Üst deri yüzeyindeki hücrelerin önemli bir kısmı ölüdür. Alt deri ise canlı hücrelerden oluşur. Üst deri hücreleri bir süre sonra hücre niteliklerini kaybetmeye başlarlar ve 'keratin' adını verdiğimiz sert bir maddeye dönüşürler. Ölen bu hücreleri keratin maddesi birarada tutar ve vücudu koruyucu bir zırh oluşturur. Derinin daha sert ve kalın olması halinde koruyucu özelliğinin artacağı düşünülebilir. Ancak bu yanıltıcıdır. Eğer bir filin ya da gergedanınki kadar sert ve kalın bir deriye sahip olsaydık, oldukça hareketli olan bedenimiz bu yeteneğini yitirecek ve hantallaşacaktı. Zaten hangi canlı türü olursa olsun deri hiçbir zaman gereğinden kalın olmaz. Derinin yapısında çok ölçülü, çok kontrollü bir plan vardır. Üst deri hücrelerinin sürekli öldüğünü ve bu işlemin belli bir yerde durmadığını düşünelim. Bu durumda derimiz kalınlaşmaya devam edecek bir süre sonra aşırı kalın bir hale dönüşecekti. Ama hiçbir zaman böyle olmaz, deri hep gerektiği kalınlıktadır. Peki bu nasıl olur? Deri hücreleri nerede duracaklarını nasıl bilirler? Deri dokusunu oluşturan hücrelerin, nerede duracaklarını kendi kendilerine bulduklarını ya da bu sistemin tesadüfi bir şekilde oluştuğunu iddia etmek son derece mantıksız ve komik bir iddia olacaktır. Derinin yapısında apaçık bir tasarım vardır. Bu tasarımı oluşturan da hiç kuşkusuz ki alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Ve deriyi insanın her türlü ihtiyacını gözeterek yaratmıştır. Deri, Allah'tan bir rahmet ve nimet olarak insanların hizmetine sunulmuştur.
Deri sıcak havalarda vücudun serinlemesini sağlayan mekanizmaları içerir. Soğuk havalarda ise vücut sıcaklığını korur. Soğuk havalarda derideki ter bezleri çalışmalarını yavaşlatır ve kan damarları daralır. Böylece deri altında kan dolaşımı azalacağından vücut ısısının dışarı kaçması engellenmiş olur. Tüm bunların bize gösterdiği sonuç, insan derisinin hayatımızı kolaylaştırmak için özel olarak tasarlanmış mükemmel bir organ olduğudur. Deri hem korur, hem "klima" görevi görür, hem de esnekliği sayesinde hareket kolaylığı sağlar. Dahası, son derece estetiktir. Bu tür bir derinin yerine sert, kalın ve kaba bir derimiz olabilirdi. Esnek olmayan, bu nedenle biraz kilo aldığımızda çatlayıp açılacak bir derimiz de olabilirdi. Ya da yazın sıcaktan baygınlık geçirmemize, kışın kolayca donmamıza neden olacak bir deriye de sahip olabilirdik. Ancak bizi yaratan Rabbimiz, en konforlu, en kullanışlı ve en estetik şekilde deriyle bedenimizi kaplamıştır.
Bilindiği gibi et, doğadaki en dayanıksız malzemelerden biridir. Açıkta kaldığında birkaç saatte bozulur, bir-iki gün içinde kurtlanır ve dayanılmaz bir koku yaymaya başlar. Bu çürük malzeme, insanın vücudunun büyük bölümünü oluşturur. Ama onu besleyen kan dolaşımı ve dışarıdaki bakterilerden koruyan deri sayesinde, 70-80 yıl boyunca, bozulmadan, çürümeden saklanır. Bu, Allah'ın insan üzerindeki korumasıdır. İnsanın Allah'ın koruması olmaksızın hayatını bir an bile devam ettirebilmesi mümkün değildir.
İnsan derisi vücudun su dengesinin bozulmasını engeller, dayanıklı ve esnektir, kendi kendini yenileyebilir, vücudu zararlı ışınlardan korur, dış dünya ile olan bağlantıyı sağlar, soğuk ya da sıcak havalarda vücut sıcaklığını korur.
Derimizi bizim için hayati yapan görevlerinden birkaç tanesini saymak ve bunların üzerinde düşünmek derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Her türlü ihtiyacı karşılayan gelişmiş bir klima ve hassas bir dedektör gibi hareket eden insan derisi, hem görsel olarak sağladığı güzellikle hem de insanı koruyan özellikleriyle Allah tarafından yaratılmış bir nimettir. Tek bir özelliği için sayfalar dolusu kitaplar yazılan deri Allah'ın yaratışındaki ihtişamını bize bir kere daha göstermektedir.

                         

          EL MUCİZESİ

Bir çayı karıştırmak, gazetenin sayfalarını çevirmek, yazı yazmak gibi sıradan gördüğümüz işlemleri yürüten elimiz mükemmel bir mühendislik harikası olarak çalışmaktadır. El birbirinden farklı çok sayıda işleve sahip, kusursuz bir yaratılış delilidir. Çok sayıda kas ve sinire sahip olan kollarımız, şartlara göre elimizin kuvvetli veya yumuşak kavramasında yardımcı olurlar. Örneğin insan eli, yumruk sıkılmamış haldeyken bile herhangi bir nesnenin üzerine 45 kilo ağırlığında bir güçle darbe indirebilir; diğer taraftan başparmak ve işaret parmağı arasına aldığı, milimetrenin onda biri inceliğindeki bir kağıt parçasını da hissedebilir. Görüldüğü gibi bu iki işlem de birbirinden tamamen farklı niteliklere sahip işlemlerdir. Biri çok ince bir ayar gerektirirken, diğeri tam tersine büyük bir güç gerektirmektedir. Ama biz, kağıdı alırken de, yumruk atarken de 1 saniye bile nasıl yapmamız gerektiğini düşünmeyiz, ikisi arasındaki güç farkını ayarlamayı da düşünmeyiz. Biz bunları yaparken aslında elimizin ne kadar önemli bir işi başardığını fark etmeyiz bile. Yani hiçbir zaman "şimdi masanın üzerinden bir kağıt alacağım en iyisi 500 gramlık bir güç uygulayayım" veya "şimdi topu atacağım 5 kiloluk bir güç uygulayayım" diye düşünmeyiz. Tüm bunları otomatik olarak hiçbir şey düşünmeden yaparız. Çünkü insan eli bütün bu işlemleri aynı anda yapabilecek şekilde tasarlanmıştır. Eldeki bütün parmaklar, işlevlerine göre en uygun uzunluktadırlar ve en uygun yerdedirler, ayrıca birbirlerine orantılıdırlar. Mesela, normal başparmağa sahip bir elle atılan yumruğun gücü, normalden daha kısa bir başparmağa sahip elin attığı yumruğun gücünden daha fazladır. Çünkü başparmak, kendisi için seçilen uygun uzunluk sayesinde diğer parmakların üzerine kıvrılabilmekte, böylece onları destekleyerek güç artırımını sağlamaktadır. Tüm bunların üstüne; insanda iki elin aynı anda, mükemmel bir uyumla çalıştığı da eklenince, eldeki tasarımın kusursuzluğu daha net ortaya çıkmaktadır. Allah, eli insanlar için özel olarak tasarlamıştır. Her özelliğiyle, Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir. Tüm kainattaki kusursuz tasarım insan vücudunda da en üst seviyede bulunmaktadır. İnsana düşen ise bu deliller üzerinde dikkatle düşünüp, kendisine rahmetini hesapsızca veren Allah'a gönülden teslim olmaktır.


     RENK MUCİZESİ

   Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün, ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin kapkara olduğunu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün. Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların, kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda canlandırmaya çalışın. Böyle bir dünyada yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?
   Hiçbir rengi olmayan bir deniz veya bir dağ manzarasından veya bir çiçekten şimdi aldığımız gibi zevk alamazdık. Gökyüzünün, meyvelerin, kelebeklerin, giyeceklerin, insanların yüzlerinin görüntüleri şimdi olduğu gibi zevk veremezdi. Rengarenk, cıvıl cıvıl bir dünyada yaşıyor olmamız bize Rabbimiz'in verdiği bir nimettir.
    Çoğu insan, şimdiye kadar ne kadar renkli bir dünyada yaşadığını, nasıl olup da çevresinde böyle bir renk çeşitliliğinin olduğunu hiç düşünmemiş olabilir. Renklerin olmadığı bir dünyanın nasıl olabileceği de hiç aklına gelmemiş olabilir. Çünkü -gözleri gören- herkes dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren renkli bir dünyayla karşılaşır. Oysa kapkaranlık, renksiz bir yeryüzü modeli imkansız değildir, aksine asıl şaşırtıcı olan şu anda ışıl ışıl ve rengarenk bir dünyada yaşıyor olmamızdır.
   Renksiz bir dünya denildiğinde akla siyahın, beyazın ve grinin tonlarının olduğu bir yer gelebilir. Oysa siyah, beyaz ve gri de birer renktirler. Bu yüzden insanın renksizliği hayal etmesi çok zordur. Renksizliği tarif ederken de mutlaka bir renk kullanmak zorunluluğu hissedilir. "Herşey renksiz, kapkaraydı; yüzünde renk kalmamıştı, bembeyaz olmuştu" gibi cümlelerle renksizlik ifade edilmeye çalışılır. Oysa bunlar renksizliğin değil siyah-beyaz bir dünyanın tarifidir.
     Bir saniye için etrafınızdaki herşeyin renklerinin bir anda yok olduğunu düşünün. Böyle bir durumda herşey birbirine karışacak, cisimleri birbirinden ayırmak imkansızlaşacaktır. Örneğin kahverengi ahşap bir masanın üzerinde duran bir portakalı, çilekleri ya da rengarenk çiçekleri görmek imkansızlaşacaktır; çünkü ne portakal turuncu olacaktır, ne masa kahverengi, ne de çilekler kırmızı… Tarifi bile son derece zor olan bu renksiz dünyada kısa bir süre bile olsa yaşamak insana büyük bir sıkıntı verecektir.
     Bir insanın dış dünyayla bağlantı kurmasında, hafızasının çalışmasında, beyninin öğrenme görevini yerine getirmesinde rengin önemi çok büyüktür. Çünkü insan, olaylar ve mekanlar, kişiler ve nesneler arasında ancak dış görünüşleri ve renkleri sayesinde sağlıklı bir bağlantı kurar. Sadece ses ya da dokunma, cisimleri tanımlamada yeterli olmaz. İnsan için dış dünya ancak renkleriyle bir bütündür ve bir anlam ifade eder.
     Renklerin çeşitliliğinin bize olan faydası sadece çevremizi tanımamız değildir. Doğada yer alan kusursuz renk uyumu insan ruhuna büyük bir zevk verir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İnsanın bu uyumu görebilmesi ve bütün detaylarından zevk alması için de ona çok özel bir tasarımı olan gözler verilmiştir. Canlılar aleminde renkleri en ince ayrıntısına kadar algılayabilen en fonksiyonel göz, insan gözleridir. Öyle ki insan gözü milyonlarca renge karşı duyarlıdır. Mükemmel bir şekilde çalışan insandaki göz mekanizması renkli bir dünyayı görebilmek için özel olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla dünya üzerinde, evrendeki böyle bir düzenin varlığını anlayabilecek tek varlık, akıl sahibi olan insandır.
     Doğada gördüğümüz her renk, canlılardaki renklerin birbirleriyle olan kusursuz uyumu Allah'ın eşsiz sanatının ve benzersiz yaratışının delilleridir. Örneğin bir çiçeğin ya da bir kuşun sahip olduğu renkler ve bu renklerin birbirleriyle uyumu veya renkler arasında yumuşak geçişler olması, doğada hiçbir rengin gözümüzü rahatsız etmemesi, örneğin denizlerin, gökyüzünün, ağaçların renklerinin bizlere rahatlık verecek, gözümüzü yormayacak tonlarda olmaları Allah'ın yaratışının kusursuzluğunu gösterir. Tüm bunları düşünen bir insan, çevresinde gördüğü herşeyin Allah'ın sonsuz ilminin ve kudretinin bir eseri olduğunu anlar.
    Allah birbirinden çok farklı canlılarda da 'Sani' sıfatını yansıtacak detaylar yaratmıştır. Hiçbirinin dış görünümü bir diğerine benzemez. Tropikal bir kuşun kanatlarında ya da bir çiçeğin yapraklarında fosforlu renkler kullanılırken; bir kelebeğin kanatlarında çok farklı tonlar yaratılmıştır. Aynı şekilde bir sürüngen ile bir kuşun veya bir deniz canlısının görünümü de şekil olarak birbirinden apayrıdır, benzerlik taşımaz. Bitkiler aleminde de, Allah'ın sonsuz sanatını gözlemek mümkündür. Öyle ki, "Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi)..." (Nahl Suresi, 13) ayetinde bildirildiği gibi Allah birbirinden farklı milyonlarca çeşit bitki ve çiçek yaratmıştır. Hepsinin kokusu, biçimi, rengi, simetrisi farklı farklıdır. Tek bir çiçeğin, örneğin bir orkidenin bile yüzlerce farklı görünümde, farklı renkte çeşidi vardır. Aynı şekilde tek bir çiçeğin, örneğin bir gülün birbirinden farklı pek çok rengi ve bu renklerin de kendi içlerinde farklı tonları vardır. Kuşkusuz bu renkler, tonlar, desenler apaçık bir sanatın göstergesidirler. İnsan, dünya üzerinde gözünü çevirdiği her yerde bu sanatın örnekleriyle karşılaşacaktır.
              Bütün bu bilgilerin ışığı altında ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı, her desen, her renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde düşünmesi için yaratılmıştır. Doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek şekilde düzenlenmiştir. Hem canlılarda hem de cansız dünyada kusursuz bir simetri ve renk uyumu hakimdir. Düşünen insan nasıl ki bir tablonun ressamı olduğunu ilk baktığı anda anlıyorsa, çevresindeki rengarenk, ışıl ışıl, simetrik ve son derece estetik ortamın da bir Yaratıcısı olduğunu aynı şekilde anlayacaktır. Bu renkleri var eden, yaratmada hiçbir ortağı olmayan, herşeyi birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi milyonlarca renkle bezenmiş sayısız güzelliğin ve nimetin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren Allah'tır. Allah'ın yaratmasında herşey birbiriyle tam bir uyum içindedir.
    Bir insanın yeni bir renk yaratması mümkün değildir. İnsanların ürettikleri tüm renkler doğada olanlardan yola çıkılarak elde edilen kopyalardan ibarettir. Ama Allah yoktan var edendir ve yeryüzündeki canlıları tamamlayan renklerin tümünün yaratılışı O'na aittir. Üstün güç sahibi Allah'ın sıfatlarından bir tanesi de Musavvir (tasvir eden, herşeye şekil ve suret veren)dir.
    Renkler Rabbimiz'in çok büyük bir nimeti, insanlara huzur ve neşe veren eşsiz lütfudur. Rabbimiz tüm kainati eşsiz güzelliklerle süslemiştir. Çünkü Allah'ın 'Sani' sıfatı, yarattığı herşeye son derece estetik bir görünüm, kusursuzluk, ince ve benzersiz bir sanat, uyum ve güzellik olarak yansır.
                                                                      

           KOKU MUCİZESİ

Koku alma duyusu Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatının eşsiz tecellilerindendir. İlk anda aklımıza gelen kokuları sıralayalım: güller, karanfiller, leylaklar, yaseminler, lavantalar, çimenler ve değişik bitkilerin bahar aylarında çevreye yaydıkları çarpıcı kokular; çiçek açmış portakal, mandalina ve limon ağaçlarının etrafı çepeçevre saran kokuları; çeşitli parfümlerin hoşa giden kokuları; çeşitli baharatların kokuları; sabah kalktığınızda mutfaktan gelen kızarmış ekmek, çay veya kahvenin cazip kokuları, mangalda pişen etin kokusu ya da sabunun tertemiz kokusu... Bu kokular sonsuz lütuf sahibi ve benzersiz var eden Rabbimiz'in bizlere sunduğu çok büyük nimetlerdir. Bir karanfil sizin için her zaman aynı kokar. Bir parfümü ikinci kere kokladığınızda ise bunun hemen tanıdık bir koku olduğunu hatırlarsınız. Çünkü bir şeyi yaşamınız boyunca bir kere bile koklasanız, o koku, hafızanızdaki yerini almıştır. Karanfili kokladığınızda o kokuyu algılamanızı sağlayan moleküller koku reseptörleriyle birleşir ve karanfile ait kodu oluşturur. Hafızanızda çoktan var olan bu kod, kokladığınız şeyin karanfil olduğunu size tekrar hatırlatır.
Derin bir nefes aldığınızda, bu nefes ile birlikte çok çeşitli şeylerin kokularını da aynı anda algılarsınız. İçtiğiniz kahvenin, içeride pişen yemeğin, vazoda duran çiçeğin ve dışarıdaki dumanlı havanın kokusunu aynı anda alır ama hepsini ayrı ayrı algılarsınız. Bunun sebebi, burnunuzun, aldığı kokuları 30 saniye içinde analiz edip değerlendirmesi ve bu sayede yaklaşık 3000 kokuyu birbirinden ayırt edecek kadar mükemmel bir kapasiteye sahip olmasıdır.
Dakikalar içinde milyarlarca koku hücresinden gelen mesajlar, burunda bulunan on binlerce hücreye aktarılır. Buradaki hız olağanüstüdür. Milyonlarca bilgi saniyenin binde biri gibi zaman aralıklarında "hiçbir hata yapmadan" bir hücreden diğerine hareket edip durur. Bu işlemler kısa bir süre içinde burnunuza gelen sayısız kokuyu ayırt edebilmenizi sağlar. Aynı zamanda burna iletilen bilgilerin tanınması ve organize edilmesi koku duyarlılığını da artırır. Gelen kokuların her birinin ayırt edilmesi ve tanınması, burundaki koku alma hassasiyetini de oldukça artırmıştır.
Buradaki hatasız iletişimin olağanüstülüğünü şöyle açıklayabiliriz: Belirli bir bilginin bir milyon telefon hattıyla taşındığını ve bu hatların sayısının bir santralde aniden bine indirildiğini varsayalım. Böyle bir geçiş durumunda, ne kadar gelişmiş bir teknoloji kullanılırsa kullanılsın, yüksek ihtimalle orijinal bilgilerde bir kayıp veya hata olacaktır. Buna karşın, koku hücreleri aynı görevi, yaşadığımız süre boyunca kusursuz olarak yapmaya devam ederler. Aynı anda çok sayıda koku ile muhatap olmamız, bu kokuları birbirinden ayırt etmemizi engellemez; sayı ne kadar artarsa artsın tüm kokuları birbirinden zorlanmadan ayırt edebiliriz.
Bir insanın, dakikalar içinde kendisine ulaşan binlerce kokuyu hatasız algılayacak bir sisteme sahip olması belki de onu hayatı boyunca hiç şaşırtmamıştır. İnsan, gülü kokladığında tanıdığı gülün kokusunu, kahveyi kokladığında tanıdığı kahvenin kokusunu alıyor olmasını yadırgamaz. Bir meyvenin kokusunun hangi aşamalarla kendisine zamanla tanıdık hale geldiğini belki de hiç düşünmemiştir. Oysa hayatının her anında burnun koku alma bölümünde bunu sağlayan kompleks işlemler devam etmektedir. Tüm insanların sahip olduğu bu özel sistem ancak Allah'ın dilemesiyle vardır, O'nun kontrolü ile kusursuz şekilde işler. İnsana sunulmuş diğer tüm nimetler gibi bu özel nimet de Allah'ın bir ikramıdır.
 Koku olarak tanımladığımız şey aslında nesnelerden buharlaşan kimyasal tanecikler, yani moleküllerdir. Söz gelimi, taze çekilmiş kahve kokusu olarak algıladığımız ve hissettiğimizde bize hoş gelen kokunun kaynağı kahveye ait uçucu koku molekülleridir. Buharlaşma ne kadar yoğun olursa, meydana gelen koku da o denli belirgin olur. Fırında pişmekte olan bir kekin bayat bir keke oranla daha çok kokmasının nedeni fırındaki kekten daha çok koku zerresinin ortama yayılmasıdır. Çünkü sıcağın etkisiyle koku molekülleri havada serbest hareket etmeye başlar ve geniş bir alana yayılabilirler. Bu noktada insan yaşamı için düzenlenmiş bazı hassas dengelerin olduğuna dikkat çekmek gerekir. Şu anda bulunduğunuz ortamda taş, demir, cam gibi kokmayan maddeler vardır. Çünkü bu saydıklarımız oda sıcaklığında buharlaşmazlar. Bir anlığına odanızdaki herşeyin koktuğunu var sayalım. Böyle bir durumun ne kadar rahatsızlık vereceğini hiç düşündünüz mü? İlginç olan diğer bir gerçek de, suyun düşük ısılarda buharlaşma özelliğinin olmasına rağmen kokusunun olmamasıdır. Sudaki bu özel tasarım da çok önemlidir. Böylece kuru bir gül ile yeni sulanmış, üzerinde su damlaları bulunan bir gülün kokusu arasında farklılık olmaz. Diğer bir ifadeyle, gülün doğal kokusu bozulmamış olur. Ayrıca havada bulunan su buharı yani nem mevcut kokunun etkisini güçlendirir. Örneğin yağmur sonrası buharlaşan su molekülleri çiçeklerin kokulu taneciklerini de havaya kaldırır ve çiçeklerin hoşa giden kokularının etrafı sarmasına yardımcı olur.
Kokulardaki çeşitlilik de Allah'ın çok büyük bir lütfudur. Halen doğada ne kadar farklı çeşitte koku olduğu bilinmemektedir. Milyonlarca değişik molekülün varlığı dikkate alınırsa, doğada çok çeşitli koku olduğu söylenebilir. Bunları belirli kategorilerde toplamak için çalışmalar yapılmış, fakat kokuların olağanüstü çeşitliliği nedeniyle doyurucu bir gruplandırma elde edilememiştir. Rabbimiz dünya üzerindeki nimetleri insanların ihtiyaçlarını giderecek ve onlara fayda verecek şekilde var ettiği gibi, aynı zamanda onların ruhlarına hitap edecek ve onlara zevk verecek şekilde de yaratmaktadır. Yiyeceklerdeki, bitkilerdeki muazzam kokular da Allah'ın şefkatinin çok güzel delilleridir. Çünkü güzel koku bir ihtiyaç değil, insanın hoşuna giden, ruhuna zevk veren bir güzelliktir. Allah iyiliği bol olan, sonsuz cömertlik sahibi olan ve kullarına güzellikler sunandır.
Kokuya karakteristik niteliğini veren, moleküller arasındaki mikroskobik değişikliklerdir. Örnek olarak, pişmiş taze bir yumurta ile çürük bir yumurtayı birbirinden ayıran özellik, çevreye yaydıkları taneciklerin yapılarındaki farklılıktır. Çeşitli moleküllerin kimyasal yapıları arasındaki farklılıklar ise oldukça hassas ayrımlara dayanır. Öyle ki tek bir karbon atomu değişikliği bile güzel bir kokuyu itici hale dönüştürebilir. Evrenin her noktasındaki tasarım, koku moleküllerinin yapılarında da ilk bakışta fark edilir. Kakaonun, lavanta çiçeğinin veya çileğin kendilerine has kokuları, koku moleküllerini meydana getiren atomlar ve aralarındaki bağların özel olarak düzenlenmesinin sonucudur. Her molekül belirli bir amaç doğrultusunda, tam olması gerektiği gibi planlanmıştır. Şüphesiz bu muhteşem tasarım, ayette bildirildiği gibi, "Herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiş" (Furkan Suresi, 2) olan Allah'a aittir. Ve tüm bu detaylar zaruri bir ihtiyaç için değil, insanın nimetlerden daha fazla zevk alabilmesi için var edilmiştir. Sonsuz lütuf sahibi olan Rabbimiz'den kullarına bir lütfudur.
Zevklerimiz ile kokular arasında çok önemli bir denge ve uyum vardır. Bize yararlı olan maddelerin kokuları hoşumuza gider, bize zararlı olanlar ise kokularıyla bizi iterler. Vücudumuza faydalı olan gıdalardan gelen kokular bizde hoşnutluk duygusu uyandırırlar ve o maddelere karşı ilgi duymamıza yol açarlar. Acıktığımızda pişen yemeğin kokusu bizi yemek yemeye teşvik eder; böylece hem yemekten zevk alırız hem de bedenimizin ihtiyaçlarını karşılamış oluruz. Öte yandan, vücudumuz aldığımız maddeleri sindirmekle meşgulken ve yeni bir besine gereksinim duymazken, yemek kokusu bize pek de cazip gelmeyecektir. Kötü koku olarak nitelendirdiğimiz kokuların kaynakları ise, genellikle bizim için zararlı maddelerdir. Zehirli kimyasal maddeleri fena kokularından rahatlıkla tanıyabiliriz. Bakterilerin etkinliği sonucunda meydana gelen kötü kokular da bizi uyararak o maddelerden uzak durmamızı sağlarlar. Çürümüş bir meyvenin veya bozulmuş bir yemeğin etrafa yaydığı ağır kokular insanları tehlikeye karşı uyarırlar.
Kokulardaki söz konusu düzenlemenin insan sağlığı açısından hayati bir önemi olduğu tartışılmazdır. Genel olarak, tehlikeli veya zararlı maddeler kötü kokarlar ve böylece hemen ayırt edilirler. Örneğin maydanoz, zehirli olan baldıran bitkisine görünüş olarak çok benzer. Fakat kokuları birbirlerinden tamamen farklıdır. Maydanozun kendine has bir kokusu, baldıranın ise son derece rahatsız edici, kötü bir kokusu vardır. Bu sistem olmasaydı, baldıranı maydanoz zannederek yanılabilirdik veya zehirli bir kimyasal maddeyi meyve suyu sanarak içebilirdik. Yaşadığımız sürece zehirlenme tehlikesiyle iç içe yaşardık. Buna önlem olarak da, herhalde elimizde neyin faydalı neyin zararlı olduğunu açıklayan listeler ve kitaplarla dolaşmak zorunda kalırdık. Tatları algılama fonksiyonu koku alma duyusuyla bağlantılı olduğundan, bozulmuş bir yiyeceği fark edip hemen ağzınızdan dışarı atmanızın sebebi çoğu zaman kokusudur. Eğer koku algılama sisteminiz işlevini yitirseydi, yediğiniz şeyin tadını da tam olarak alamayacak ve muhtemelen bu tehlikeyi fark edemeyecektiniz. Evinizde başlayan yangını, dumanı görmeden fark edemeyecek, etrafı saran yanık kokusunu asla anlayamayacaktınız. İnsanın hayatı boyunca etkileyici kokuları algılayabilmesi Allah'ın dilemesiyle gerçekleşmektedir. Eğer düşünülecek olursa tüm bunlar vicdan sahibi insanların Allah'ın sınırsız kudretini, ilmini ve merhametini düşünmelerine ve Rabbimiz'in bunca sevgisine ve iyiliğine layık olabilmek için harekete geçmelerine birer vesiledir.
Kainatın her noktasında görülen hassas dengeler, koku alma sisteminde de kendilerini belli ederler. Her canlının koku alma kapasitesi, ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak düzenlenmiştir. İnsanı ele alalım. Eğer koku alma duyarlılığımız daha az olsaydı, bizim için tehlike oluşturan durumları fark edemeyebilirdik. Koku alma duyumuz bir köpekteki kadar güçlü olsaydı, her an dikkatimizi dağıtan ve oldukça rahatsızlık veren durumlar ortaya çıkardı. Söz konusu dengeler koku moleküllerinin yapılarında da görülebilir. Örneğin, normal şartlarda bize güzel gelen bir koku yüksek konsantrasyonda olduğunda hoşumuza gitmez. Bitkilerin kokuları bahçede oldukça etkileyicidir, ancak aynı bitkilerden yapılan ağır bir esans rahatsız edicidir. Bu da onların kokularının insan için ideal oranda yaratıldıklarının bir göstergesidir. Koku ile ilgili her detayın insan yaşamı için özel olarak yaratıldığı ve Allah'tan bir nimet olduğu açıktır. Gereksinim duyduğumuz yiyecekleri ve bitkileri sahip oldukları çekici kokularla birlikte yaratan Allah'tır. Sınırsız ihsan ve lütuf sahibi olan Rabbimiz, vücudumuzun her sisteminde olduğu gibi koku almayı da bizim zevkimize uygun olarak yaratmıştır. Sonsuz merhameti ve şefkatiyle, bize faydalı olan şeylerin kokularını sevdirmiş, zararlı olanlarınkini çirkin göstermiştir. Hiçkimsenin hafızanıza binlerce kokuyu yerleştirebilme gücü ve imkanı yoktur. Hiçkimsenin moleküllere koku verme ve onları beyninizdeki ilgili birimlere uygun hale getirme ihtimali yoktur. Tüm bunları oluşturan, kokuyu, koku alma sistemini ve mükemmel özellikleriyle hafızayı yaratan, tüm varlıkların sahibi olan Allah'tır. Bize düşen, kokladığımız güzel kokuları Allah'ın yarattığını ve bunları bizlere lütfettiğini düşünüp şükretmektir. Bu güzel davranışı gösterenler, Allah dilerse, söz konusu nimetlerin asıllarına sürekli olarak cennette kavuşacaklardır. Allah'ın nimetlerini yalanlayıp nankörlük edenler ise, cehennemde sonsuza kadar bu nimetlerden mahrum olarak yaşayacaklardır.



            TAT MUCİZESİ

Tat alma duyusu Rabbimiz'in dünya hayatında var ettiği eşsiz nimetlerdendir. Çeşit çeşit yemeklerin, tatlıların, etlerin, balıkların, sebzelerin, çorbaların, salataların, pastaların, böreklerin, meyvelerin, içeceklerin, reçellerin, dondurmaların, şekerlemelerin ve diğer besinlerin şahane tatlarının yanısıra Allah, bunların her birinin farkına varmamızı ve onlardan zevk alabilmemizi sağlayan sistemleri de vücudumuzda yaratmış, sonsuz merhametinin bir tecellisi olarak bu nimetleri insanların hizmetine sunmuştur. Bu sistemlerden ikisi, bizim için son derece önemli olan "koku ve tat alma"dır. İnsan koku ve tat dünyalarının zenginliklerini ancak onların aracılığıyla keşfedebilir. Düşünün ki, bu sistemler olmasaydı, tat, koku, lezzet gibi kavramlar sizin için bir anlam ifade etmeyecekti. Yediklerinizin ve içtiklerinizin güzel kokularını ve tatlarını alamadığınızı varsayın; ne kadar önemli olduklarını hemen kavrarsınız. Örneğin, çileği çilek yapan onun kokusu ve tadıdır; bunları hissedemezseniz, çileğin ne demek olduğunu da bilemezsiniz. Dünyaya geldiğinizden bu yana koku ve tat alma duyularınızı kullanıyor, on binlerce kokuyu ve tadı hiçbir güçlük çekmeden algılayabiliyorsunuz. Çünkü bunu mümkün kılan harikulade sistemlere sahipsiniz.
Koku ve tat alma duyularınız bir ömür boyu durup dinlenmeksizin, tek bir hata yapmaksızın sizin adınıza faaliyet gösterirler. Üstelik bunları elde etmek için hiçbir eğitim almadınız, özel bir çaba harcamadınız.
Tat ve kokunun var olması insanlar için temel bir ihtiyaç değildir. Ancak kahverengi ve kendine has bir kokusu olan topraktan yüzlerce çeşitte, hoş kokulu ve lezzetli meyve, sebze ve binlerce renk, biçim ve kokuda çiçek çıkmaktadır. Ve tüm bunlar muhteşem bir sanatın ürünü olarak dünyamıza apayrı bir güzellik katmaktadırlar.
 Bu açıdan renk ve koku da diğer tüm nimetler gibi, sonsuz lütuf ve ikram sahibi Allah'ın insana karşılıksız sunduğu güzelliklerdendir. Yalnızca bu iki algının var olmaması dahi insanın hayatını büyük ölçüde tatsızlaştırmaya yeterdi.
 Elbette bahsedilenler, üzerinde derin düşünülmesi gereken gerçeklerdir. Koku ve tat alma sistemleri incelenirse, bu kusursuz sistemlerin hayranlık uyandıran yaratılış delilleriyle dopdolu olduğu açıkça görülür.
  İnsan bedeninin hayati fonksiyonlarının devam edebilmesi için besine ve suya ihtiyacı vardır. Böylece trilyonlarca hücremizdeki işlemler için gerekli enerjiyi temin ederiz. Yemek yerken, aslında sağlığımızı doğrudan doğruya etkileyecek kararları da alırız. Neyi yememiz neyi yemememiz gerektiğini biliriz. Hangi gıdaların besleyici ve yenilebilir olduğunu, hangilerinin besin değeri taşımadığını, hangilerinin zararlı olabileceğini anlarız. Kötü tatlarını hemen algıladığımız bozulmuş gıdaları çöpe atarız. Ekşilik oranına bakarak, olgun bir meyveyi ham olanından ayırt ederiz. Asitli bileşikleri ekşi tatlarından tanırız. Vücudumuzun içindeki koşulları sabit tutmak için gerekli olan mineral tuzları ve sıvıları, hücrelerimizdeki protein sentezinde kullanılan amino asitleri, enerji ihtiyacımızı karşılayacak karbonhidrat ve yağları elde edebileceğimiz gıdaları kolaylıkla seçebiliriz. Dahası, neyi ne zaman yememiz, ne zaman yemememiz gerektiğini de biliriz. Kendimizi halsiz hissettiğimiz dönemlerde vitamin, mineral ve şeker oranı yüksek gıdaları tercih ederiz. Tansiyonumuz düştüğünde tuzlu besinler alır, yükseldiğinde ise tuzlu yiyecek ve içeceklerden uzak dururuz. Bunların tümünü yapabilmemize olanak sağlayan harika bir sisteme, tat alma duyusuna sahibiz. Tat alma sistemimiz, proteinleri, iyonları, kompleks molekülleri ve pek çok kimyasal bileşiği analiz eder; bir ömür boyu durup dinlenmeksizin bizim adımıza çalışır. Üstelik günlük gıda gereksinimlerimizi karşılarken, yemeklerin, içeceklerin, meyvelerin, pastaların, şekerlemelerin eşsiz tatlarından büyük bir zevk alırız. Bugüne kadar tattığınız hepsi birbirinden leziz yiyecekleri ve içecekleri gözünüzün önüne getirmeye çalışın: Susuzluğunuzu gidermek için içtiğiniz limonata veya meyve suları, yaz sıcağında yediğiniz kavun ya da karpuz, mangalda pişirilen pirzola, meyveli veya çikolatalı dondurma, börek, sütlaç, mantı, aşure, çilekli pasta, pilav, bal… Bu güzellikleri, sonsuz ihsan sahibi olan Rabbimiz'in hizmetimize verdiği tat alma mekanizması sayesinde algılarız. Allah'ın insanlar için güzel ve temiz besinler yarattığı Kuran'da şöyle bildirilir:

Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne Yücedir. (Mümin Suresi, 64)

10 gün önce tadıp beğendiğimiz bir yemeğin tadını hatırlayabiliriz. Bu yemeği tekrar yesek, daha önce aldığımız aynı tadı alır ve aynı zevki duyarız. Çünkü yemeğin tadı bize tanıdıktır. Ancak ilginç olan, dilimizde bulunan tat hücrelerinin 10 gün öncekilerle aynı olmamasıdır.
Tat hücreleri, vücut sıcaklığının oldukça üstünde veya altındaki gıdalarla, asitli besinlerle her gün muhatap olurlar. Sıcak bir çay, buzlu bir meyve suyu, koyu bir kahve veya ekşi bir greyfurt suyu onları belli ölçüde yıpratır. Yıpranan ve zamanla görevlerini tamamlayan tat hücrelerinin yerini almak üzere tat tomurcuğunda yeni hücreler olgunlaşır ve eskilerinin yerini alırlar.
İnsanın farkında bile olmadığı bu işlemler o kadar hızlı gerçekleşir ki, bazen akşam yemeğinde kullandığımız tat hücreleri kahvaltıdakilerden farklıdır. Ama yine de sofrada yediğimiz yemeklerin tatlarını ilk defa algılıyor olmayız. Hiçbir zaman bir elmanın lezzetine şaşırmayız. Çünkü yeni oluşan her hücre, geçmişteki hücrelerin sahip olduğu bilgiyle donatılır.
Bedenimizdeki tüm diğer hücreler de sürekli yenilenir, ama hiçbir zaman burnumuzun şekli veya saçımızın renginde bir değişme olmaz. Yeni üretilen hücreler yerleşmeleri gereken yeri şaşırıp vücudun herhangi başka bir yerinde şekil bozukluğuna sebep olmazlar.
Ömrünü tamamlayan tat hücreleri eğer yenilenmese, tat alabilmek için yapılabilecek pek bir şey olmazdı. Yediğimiz şeyin lezzetli bir yemek veya bir tahta parçası olması bir şeyi değiştirmezdi. "Tatlı"nın neye benzediğini unutur, zehirli veya bozuk bir yiyeceğin farkına bile varamazdık. Çünkü bu üstün işleve ve bu güzel nimete vesile olan, özel olarak yaratılmış tat hücreleridir. Onları mükemmel bir hafıza ve üstün bir yenilenme sistemi ile yaratan ise, tüm varlıkların Yaratıcısı ve hakimi olan Yüce Allah'tır. Bu ve bunun gibi binlerce nimet, kullarına karşı iyiliği bol olan Allah'ın bir ikramıdır. Allah, karşılıksız bağışlayan ve rahmeti bol olandır.
Unutmamak gerekir ki, renksiz, tatsız ve kokusuz bir dünyada da yaşıyor olabilirdik. Ve Allah bunları bize nimet olarak vermemiş olsaydı, bu güzellikleri biz hiçbir şekilde elde edemezdik. Ancak Allah hem kokuları ve tatları hem de bunları algılayabilecek duyu sistemlerini yaratarak insana sonsuz rahmetinden bağışlamıştır. Kendisine verilen tüm bu nimetlere karşılık, insana düşen kuşkusuz kendisini her yönden kuşatmış böyle sonsuz bir ikram karşısında Rabbinin dilediği gibi bir kul olmaya çalışmaktır.




       ELEKTRİK MUCİZESİ

              Şöyle bir düşünelim, elektriksiz hayat nasıl olurdu? Böyle bir durumda yüksek katları asansörsüz çıkmanız, buzdolabında sakladığınız yiyeceklerin bozulmaması için çözüm aramanız gerekecekti. Koltuğunuza yaslanıp televizyon izleyemeyecek, mikrodalga fırında yemeğinizi ısıtamayacak, müzik setinizden sevdiğiniz bir müziği dinleyemeyecek, saçınızı kısa sürede kurutamayacak, klimanızla serinleyemeyecek, bir düğmeye basarak odanızı aydınlatamayacak, bulaşık-çamaşır-kurutma gibi; temizliğiniz için gerekli olan makineleri çalıştıramayacaktınız. Geceleri eviniz güvensiz ve karanlık olacak, elektrikli kalorifer, su ısıtıcısı, masa lambası, video ve bilgisayar gibi hayatınızı kolaylaştıran, yaşamınıza hız katan pek çok teknolojik aletten uzak bir yaşantınız olacaktı. Şimdi de elektriksiz bir hayatı şehir çapında düşünelim:
                Sağlık, trafik, ulaşım, haberleşme, güvenlik sistemleri, iş yerleri, su dağıtımı, enerji üretimi, basın-yayın, bakım-onarım çalışmaları, elektriğe bağımlı olarak işleyen alanlardan ilk akla gelenlerdir.
                Kesilmesi durumunda hayatı durma noktasına getirebilen elektrik, bizim için tüm bu saydıklarımızdan daha büyük öneme sahiptir. Şehir içindeki sistemlerin işlemesi, kurulu düzenin devam etmesi nasıl elektriğe bağımlı ise, vücudumuzda da enerji üretimi, iletişim, güvenlik, bakım-onarım gibi hemen hemen her türlü işlem için elektriğe ihtiyaç duyulur. Kısacası elektrik, vücudumuz için hayati bir öneme sahiptir. Çünkü vücudumuzdaki elektrik sistemi olmadan canlılıktan söz etmemiz mümkün değildir ve vücudumuzdaki elektrik ihtiyacı, bir şehrin ihtiyacından çok daha vazgeçilmezdir.
                Pek çok insan elektrikten faydalanırken, kendi bedeninin de tıpkı içinde yaşadığı şehir gibi elektriksiz çalışmayacağını bilmez ya da düşünmez. Oysa vücudumuz kusursuz bir elektrik şebekesi ile donatılmıştır. İnsan vücuduna baktığımızda, elektronik ile ilgili son derece karmaşık bilgileri kapsayan, elektrik enerjisinden nasıl yararlanılacağını bilen akıllı sistemler bulunduğunu görürüz.
                Elektrik, elektronların hareketinden ortaya çıkan bir enerji biçimidir. Vücudumuz da bu elektrik enerjisi olmadan çalışamaz; elektrik her birimizin yaşamını sürdürebilmesi, konuşabilmesi, hareket edip istediklerini yapabilmesi için hayati önem taşır. Aksi takdirde kişi ya felç olur ya da ölür. Çünkü elektrik olmadığında bütün yaşamsal faaliyetler durur. İnsan elektrikle iletişimini sağlayan, elektrikle hareket edebilen ve elektrikle beş duyusunu kullanabilen bir varlıktır. Kişi bunun hiç farkında olmasa da, dünyaya geldiği andan itibaren tümüyle elektrik enerjisine bağlı mekanizmalarla görmeye başlar, bunlarla çevresini tanır ve gelişir.
                Ölmek üzere olan kalbi durmuş bir hastaya ilk olarak elektrik şoku uygulanmasının sebebi de budur. Böyle bir durumdaki hastaya iyileşmesi için ilaç, vitamin veya herhangi bir besin maddesi verilmez. Vücuda fayda sağlayacak çok sayıda madde varken kalbin çalışması için öncelikle elektriğe ihtiyaç duyulur. Çünkü vücudun elektrik sistemi herhangi bir nedenle bozulduğunda veya canlandırılması gerektiğinde, hiçbir şey elektriğin yerini tutmaz.
                Hareket eden tüm canlıların vücutlarında elektrik vardır. Bizi biz yapan, mesajları yeterli hızda taşıyan tek şey elektriktir... Düşüncelerimiz, yürüyebilmemiz, görmemiz, rüya görmemiz tüm bunlar temel olarak elektrik sinyalleri tarafından yönlendirilip organize edilmektedir. Bunlar bir bilgisayarda meydana gelenlerle benzerlik göstermektedir, fakat çok daha mükemmel ve komplekstir.
                İnsan vücudu kendi elektriğini kendi üretir. Vücutta herhangi bir fonksiyonun gerçekleşmesi için ilgili organa ya da dokuya bir sinyal gönderilmelidir. Dolayısıyla hayatta kalabilmemiz için, vücudun hiçbir noktasında tesadüflere yer yoktur. Çünkü MİLYONLARCA DETAYIN AYNI ANDA, ÖLÇÜSÜYLE, ZAMANLAMASIYLA HATASIZ VE EKSİKSİZ OLMASI, BUNLARIN HİÇBİRİNİN HİÇ YORULMADAN ARALIKSIZ BİR ŞEKİLDE ÖMÜR BOYU MÜTHİŞ BİR KOORDİNASYONLA ÇALIŞMASI TESADÜFLERLE AÇIKLANMASI İMKANSIZ BİR DURUMDUR. Her organ başına buyruk hareket etse, kendilerine gelen emirleri geciktirse ya da bunlara gelişigüzel cevap verse, istediği zaman büyüse, istediği zaman çalışsa oluşacak kaos ortamında bir an bile yaşamamız mümkün olmazdı. Üstelik böyle bir karmaşa ortamının yaşanması için sadece kısa süreli bir gecikme ya da az sayıda hücrenin karışıklık çıkarması bile yeterli olurdu.

                                                                  
        KALP MUCİZESİ

Vücudunuzdaki litrelerce kanın nasıl olup da bir aşağı bir yukarı, üstelik durmaksızın hareket ettiğini hiç düşündünüz mü? Herhangi bir nesnenin sürekli hareket edebilmesi için bir motora ihtiyacı vardır. Arabalar, uçaklar, deniz motorları hatta sizin uzaktan kumandalı oyuncaklarınız da motorlar sayesinde hareket ederler. O halde vücudumuzda durmaksızın hareket eden kanın da bir motorunun olması gerekir. Kanı, gece-gündüz, aylar, yıllar boyunca hareket ettiren bu motor kalbimizdir.
Yeryüzünün en mükemmel yapıya sahip pompası, şu anda sol göğsünüzün hemen altında çalışmaktadır. Kalp, akıl almaz tasarımı ve durmak bilmeyen atışlarıyla, 1 gün içinde vücudumuzdaki kanın tamamının 1.000 tam devir yapmasını sağlar.
Kalp dış görünüş olarak aşağı-yukarı yumruğunuz büyüklüğünde, etten yapılmış bir pompadır. Ancak kapasitesi düşünüldüğünde, dünyadaki en güçlü, en uzun ömürlü ve en verimli iş makinesi olduğu anlaşılacaktır. Kalbin gücünü bu şekilde ifade etmemizin çok fazla nedeni vardır. Öncelikle kalbin çalışırken kullandığı güç muazzamdır. Bu güç sayesinde kalp, kanı 3 metre kadar yukarı sıçratabilir. Kalbin kapasitesini şöyle bir örnekle daha da netleştirebiliriz. Kalp, bir saatlik zaman zarfında, orta boy bir arabayı yerden yaklaşık bir metre yukarı kaldırmaya yetecek kadar enerji meydana getirebilir.
İnsan vücudundaki 100 trilyon hücreyi teker teker gezen dolaşım sisteminin en önemli elemanı, hiç kuşkusuz ki kalptir. Kalp, büyük damarlar yoluyla bir taraftan akciğere, bir taraftan da tüm vücuda bağlanır. Kalp; kirli ve temiz kanın birbirlerine karışmadan vücudun farklı bölgelerine pompalanmasını sağlayan dört farklı odacığıyla, emniyet sübabı görevi yapan kapakçıklarıyla son derece hassas dengeler üzerine kurulmuş bir tasarıma sahiptir. Hiçbir müdahalemiz olmamasına rağmen yaşamımız boyunca belirli bir tempoda hiç ara vermeden atan kalbimiz, Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatının açık delillerinden biridir. Henüz anne karnındayken atmaya başlayan kalp, dakikada 70-100 atışlık bir tempoyla yaşam boyunca hiç ara vermeden çalışır; sadece her çarpma arasında yarım saniye dinlenir ve bir gün içinde yaklaşık 10.000 kez atar. Bu rakamı insan ömrünün uzunluğunu göz önüne alarak değerlendirirsek karşımıza hesaplamakta oldukça zorlanacağımız bir rakam çıkacaktır. Kalp tüm hayatınız boyunca toplam 300 milyon litre kan pompalar. Bu miktardaki kan 10 bin adet petrol tankerini doldurabilir. Tüm bu rakamlar hayret verici değil mi? Şimdi kendinizin bir dakikada 70 defa bir kovadan bardakla su boşalttığınızı düşünün. Sonunda kol ve el kaslarınızın ısındığını hissedeceksiniz ve mutlaka dinlenmeniz gerekecek. Ancak kalp bu işi hiç dinlenmeden, üstelik tüm hayatımız boyunca yapar.
İşleyişinde son derece hassas bir düzen olan kalpteki bütün yapılar özel olarak tasarlanmıştır. Kalpte; temiz ve kirli kanın birbirlerine karışmamalarından, vücut basıncının ayarlanmasına, besinlerin tüm vücuda taşınması için gerekli işlemlerden, kanı gerektiği kadar pompalayan sistemlere kadar her detay için farklı bir özellik düşünülmüş ve kalp buna göre dizayn edilmiştir. Rabbimiz kalbi vücudun en güvenli yerlerinden birine yerleştirmiştir. Kalp, göğüs kafesinin içinde yer alarak, dışarıdan gelecek darbelere karşı oldukça iyi korunmuştur.
Kalbin pompaladığı kan miktarı vücudun ihtiyacına göre değişir. Normal şartlarda kalp dakikada 70 kez atar. Yorucu egzersizler sırasında ise kaslarımız daha çok oksijene ihtiyaç duyduğu için, kalp çalışma temposunu dakikada 180 defaya kadar yükselterek pompaladığı kan miktarını artırır. Böyle olmasaydı ne olurdu? Vücudun daha fazla enerjiye ihtiyaç duyduğu bir anda, kalp normal bir tempoda çalışsaydı, dengesi bozulacağından vücutta hasarlar meydana gelirdi. Oysa kalbin sahip olduğu mükemmel yapı sayesinde böyle bir şey olmaz. Bizim bir ayarlama yapmamıza gerek kalmadan kalp, pompalanacak kan miktarını kendisi ayarlar.
Kalbin pompalayacağı kan miktarını özel bir sinir sistemi kontrol eder. İster uykuda olalım, ister uyanık olalım sinir sistemimiz pompalanması gereken kan miktarı ve kan pompalanış hızını kendiliğinden ayarlar. Nerede, ne zaman, ne kadar kan gerektiğini hiçbir müdahale olmadan ayarlayan kalpteki yapı tek kelimeyle kusursuzdur. Bu sistemi kalp kendi kendine oluşturamayacağına ya da bu mükemmel sistem tesadüfen oluşamayacağına göre, kalp yaratılmıştır.
Yumruk büyüklüğünde bir kastan oluşan kalp, iki bölümden oluşur. Bu bölümlerde iki ayrı pompa vardır. Sol taraftaki pompa daha güçlüdür ve temiz kanı vücuda pompalar. Sağ taraftaki ise daha zayıf bir pompadır ve kirli kanı akciğerlere doğru pompalar. Kalpten akciğerlere doğru olan bu yolculuk kısa sürelidir ve bu nedenle "küçük dolaşım" olarak adlandırılır. Diğeri ise "büyük dolaşım" adını alır.
Kalbin bu iki bölümü de kendi içlerinde ikiye ayrılır. Bu bölümler arasındaki kan, kapakçıklar sayesinde diğer bölüme geçer. Bu pompalar durmaksızın büyük bir enerjiyle çalışırlar. Bu sayede damarlarımızdaki kan gün içinde 1.000 kere vücutta tur atmış olur.
Hiçbir kalp, pompaladığı kanı temizleyecek bir akciğer olmadıktan sonra, tek başına herhangi bir bedeni bir dakikadan fazla yaşatamaz. Bu durumda dolaşım sisteminin tek bir anda tüm parçalarıyla var olmuştur. Bu da, kalpteki ve dolaşım sistemindeki kusursuz bir tasarımı yani yaratılmışlığı gösterir ve Alemlerin Rabbi olan Allah'ın eşi benzeri olmayan yaratma sanatını tanıtır.
 Sonsuz ilim sahibi olan Allah kalbimizi de olabilecek en kusursuz şekilde yaratmıştır. Bütün özelliklerinde de görüldüğü gibi kalpteki yapı da bize ondaki kusursuz tasarımı ve kendisini tasarlayan üstün güç sahibi Allah'ın sanatını tanıtır. Allah sonsuz rahmet sahibi olduğu için, lütfederek insanın yaratılışında üstün sanatını tecelli ettirmiştir. Bu kadar inceliğin, düzenin, kusursuzluğun, planın birarada yaratılmış olması Rabbimiz'in biz kullarına olan sevgisinin ve şefkatinin delillerindendir.

                                    
       KALBİMİZ KENDİ BAKIMINI KENDİSİ YAPAR

Sürekli çalışan makineler düzenli bakıma ihtiyaç duyarlar. Makineyi oluşturan parçaların bakımdan geçmesi ya da aşınan parçaların değişmesi gerekir. Belli bir süre kullanılan makineleri yağlamak gerekir, aksi takdirde aşırı sürtünmeden dolayı parçalar aşınabilir.
Makinelerde olduğu gibi hiç durmadan çalışan kalbin de bakıma ihtiyacı vardır. Ancak kalp kendi bakımını kendisi yapar, örneğin kendi kendini yağlar.
Peki sizce kalp kendi kendini nasıl yağlar? Bu sorunun cevabı kalbin yaratılışında gizlidir. Kalbin dışı iki katlı zardan oluşan bir kılıfla kaplıdır. Bu iki zarın arasında ise kaygan bir sıvı bulunur. Bu sıvı adeta motor yağı görevi görerek kalbin kolay çalışmasını sağlar. Kalpteki kendi kendini koruyan bu yapı Allah'ın yaratma sanatının ne kadar mükemmel ve eksiksiz olduğunu bize bir kere daha gösterir.


  
                KAN MUCİZESİ

Kan, vücudu bir ulaşım ağı gibi saran damarlar içinde akar ve insan vücudunun her noktasını ziyaret eden uçsuz bucaksız bir nehre benzer. Bu nehir, vücuttaki yolculuğu sırasında hücrelerin ihtiyacı olan maddeleri paketler halinde taşır. Nehrin taşıdığı bu paketleri bir kargo paketi olarak nitelendirecek olursak, bu paketlerde yiyecek, su ve bazı kimyasal maddeler bulunur. Ulaştırılması gereken en acil paket ise oksijendir. Çünkü hücreler oksijensiz kalırlarsa kısa bir süre içinde ölürler. Ancak vücutta kurulmuş olan kusursuz sistem sayesinde paketlerin tümü hücrelere tam zamanında taşınır ve hep doğru adreslere teslim edilir. İnsan günlük hayatında vücudundaki bu nehrin akışını hiç hissetmez.
Kan bedenin içinde sürekli olarak dolaşır durur ve bu yolculuğu sırasında her an mutlaka yapacağı bir iş vardır:
Kan, bedendeki haberleşmenin neredeyse tamamını üstlenir.
Hücrelerin ve dolayısıyla bedenin enerji kazanabilmesi için gerekli olan hammaddeler kanın içinde taşınır.
Bedenin sıcaklığını adeta bir klima gibi ayarlar. Vücut ısımız, kan sayesinde sürekli olarak sabittir.
Kanın dolaşımı sırasında, içindeki koruma birimleri sürekli olarak iş başındadır. Vücuda girebilecek mikroplara karşı her an tetiktedirler.
Kan, vücudun yiyecek servisini de üstlenmiştir. Besinler tüm hücrelere kan vasıtasıyla dağıtılır.
Atıkların ve zehirlerin toplanıp taşındığı bir kanalizasyon sistemi olarak da işlev görür.
Kan bir tür tamir birimini de içinde barındırır. Damarlarda oluşan her yırtık ve hasar, bu birim tarafından hemen belirlenir ve onarılır.
Bedeninizde dolaşan kan, özel bir nimet, büyük bir mucizedir.


            KANIN PIHTILAŞMASI

Kan sıvısının en mucizevi özelliklerinden biri de 'pıhtılaşma' mekanizmasıdır. Pıhtılaşma sayesinde, hasara uğrayan bir damarda meydana gelebilecek olan kan kaybı en aza indirilmiş olur. Pıhtılaşma mekanizmasında kanın içinde bulunan onlarca protein, enzim ve vitamin bir düzen içinde görev alır. Bu özelliği ile pıhtılaşma mekanizması bilim adamları tarafından kusursuz bir planlama ve tasarım örneği olarak gösterilmektedir. Zaman zaman insan bedeninde meydana gelen küçük bir çizik veya kesik sonucunda kanama olur. Normal şartlarda olması gereken, vücuttaki bütün kanın -tıpkı su sızdıran bir şişe gibi- bu delikten dışarı akması ve küçük bir çiziğin bile insanı kan kaybından öldürmesidir. Ancak bu gerçekleşmez. Söz konusu deliğin etrafında kan pıhtılaşmaya başlar ve pıhtılaşan kan, deliği adeta bir tıpa gibi tıkar. Bu durum, dibi delinen bir şişenin içindeki suyun dışarı akmamak için deliği onarmasına ve katılaşarak deliği tıkamasına benzer. Bu, kuşkusuz büyük bir mucizedir. Kanın bu özelliği dünyadaki her insanın hayatını kurtarmaktadır. Aksi takdirde çok küçük bir yara bile insanların ölümüne neden olacaktır. Ancak Rabbimiz kullarına olan sonsuz şefkati ve merhametiyle pıhtılaşma gibi mucizevi bir yolla insanları korumaktadır. Pıhtılaşma ise çok karmaşık ve mucizevi bir durumdur. Pıhtılaşmanın oluşumu için onlarca enzim biraraya gelmekte ve çok kapsamlı reaksiyonlar gerçekleşmektedir. Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından beri bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için organize olurlar, ilaç üretir gibi gerekli proteinleri üretirler, yardım için diğerlerine haber gönderirler, diğerleri haberin mahiyetini anlayıp derhal olay yerine gelir ve her biri görevini eksiksizce yerini getirirler. Sistem en küçük ayrıntısına kadar kusursuz bir şekilde çalışmaktadır. Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı ne olurdu düşünelim: Yara olmadığı halde kan birdenbire pıhtılaşmaya başlasaydı ya da yaranın etrafında oluşan pıhtı, bulunduğu yerden ayrılsaydı veya pıhtılaşmada rol alan proteinler arasındaki haberleşmede aksaklıklar olsaydı… Bunlardan herhangi birinin olması durumunda kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık. Kanın pıhtılaşması denince, sadece gözle görülür yaralardaki pıhtılaşma akla gelmemelidir. Gün içinde çok sık başımıza gelen, ancak çoğu zaman fark etmediğimiz kılcal damar parçalanmalarının tamir edilebilmesi için de pıhtılaşma sisteminin olması zorunludur. Bacağınızı masanın kenarına ya da sehpaya çarptığınızda çok sayıda kılcal damarınız parçalanır. Bu durum iç kanamalara yol açar ancak pıhtılaşma sistemi sayesinde kanama hemen durur ve arkasından tamir işlemi başlar. Pıhtılaşma sistemi olmasaydı ne olurdu? Hemofili olarak nitelendirilen hastalık ortaya çıkardı. Hemofili rahatsızlığı olan kişilerin en ufak bir darbeden bile korunmaları gerekir. Çünkü özellikle hastalığın ileri aşamalarında çok ufak bir kanama bile durdurulamaz, bu da hastanın kan kaybından ölümüne neden olur. Kanımızdaki pıhtılaşma özelliği mutlaka olmak zorundadır. Üstelik çok sıkı bir denetime tabi tutulması da gerekmektedir. Her detayı ayrı bir plan ve tasarım ürünü olan bu sistem, Allah'ın sonsuz ilminin, aklının ve gücünün bir göstergesidir. İnsan eli kesildiğinde ya da bir kaza geçirdiğinde, yaralandığında Allah'ın bu nimetine muhtaçtır. Kendi başına kanını durdurması, yaralarını iyileştirmesi mümkün değildir.


    KANIN DAMARLARDAKİ YOLCULUĞU

Kan damarları sinir ağı gibi vücudun her noktasını dolaşır. Hatta damarlarımız o kadar uzundurlar ki düz bir alana yayılacak olsalar toplam uzunlukları yaklaşık 100 bin kilometre olur. Kan damarlarının vücudunuzun her yerini kapladığını anlamak aslında hiç zor değildir. Vücudunuzun herhangi bir yerinde ufak bir çizik bile olsa hemen kanamaya başlar. Bu, kan damarlarının her yerinizi sardığını gösterir. Kan damarlarının vücudun her noktasında olması çok önemlidir. Çünkü kan damarları sayesinde hücrelerin ihtiyacı olan besinler taşınır. Hücrelerin çalışması için gerekli olan oksijen de damarlardan akan kan sayesinde hücrelere ulaşır.
Kan damarlarında besinlerin taşınmasını deniz taşımacılığına benzetebiliriz. Gemilerle yük taşınacağı zaman öncelikli olarak limanda yükleme yapılır. Bunun için uygun paketleme ve yerleştirme yapılması şarttır. Yükleme bittikten sonra gemi denize açılır ve yükü bırakacağı limana doğru hareket eder. Limana vardığında paketler boşaltılır ve ilgili merkeze gider. Kan damarlarında da dev bir okyanusta gemilerin yük taşıması gibi hücrelerin ihtiyacı olan besinler taşınır. Oksijen, yağ, amino asitler paketler halinde kanda ilerler ve ilgili hücreye geldiklerinde boşaltılırlar. Bu taşıma sisteminde hiçbir zaman hata olmaz. Her madde ilgili hücreye doğru zamanda ve doğru miktarda ulaşır. Aksi olsaydı ve bir hücreye oksijen yerine yağ gitseydi, bu o hücrenin ölmesine sebep olurdu. Dikkat edilirse bu sistemdeki en ufak bir hata çok büyük zararlara neden olabilirdi. Ancak böyle bir hata olmaz. Çünkü bunların hiçbiri tesadüfen meydana gelmemiştir. Yaratıcımız olan Allah bu sistemi de kusursuz olarak yaratmış ve bizim hizmetimize vermiştir.


 VÜCUDUMUZUN MİKROSKOBİK MOTORLARI: KASLARIMIZ

Kaslar vücudumuzun güç istasyonlarıdır. Görevleri enerjiyi güce çevirmektir ve bunu hayat boyu eksiksiz olarak yerine getirirler. Biz bunu kimi zaman fark eder, kimi zaman da hiç farkında olmayız. Örneğin bazı kaslarımız biz hiçbir çaba harcamadan çalışırlar. Kalp ve mide kasları bu türdendir. Onların çalışmalarını biz kontrol edemeyiz. Bizim isteğimiz dahilinde hareket eden kaslarımız ise iskelete bağlı olan kaslardır. Bu kaslardan vücudumuzda 650 tane vardır. Biz hareket ettikçe kemiklerle birlikte bu kaslar da kasılır ve gevşerler.
Kasları, kan damarları ve sinirler çalıştırır. Kan damarları aracılığıyla kaslara oksijen ve besin gelirken, sinirler aracılığıyla da kasın hareket etmesi sağlanır.
Şu andan itibaren kaslarınızın kontrolü tamamen size bırakılsaydı acaba ne olurdu? Örneğin kalp kasınızın denetiminin sizde olduğunu varsayalım. Bu durumda bütün zamanınızı başka hiçbir şey yapmadan, kalp kasınızın kasılması ve gevşemesi konusuna ayırmanız gerekecekti. Çünkü kalp kasınızın bir an bile durması hayatınızın sona ermesi demektir. Uykuya daldığınız anda ise -artık kalbinizin çalışmasını denetleyemeyeceğiniz için- yaşamınızı yitirmeniz kaçınılmaz olacaktır. Ancak böyle bir şey hiç olmaz. Çünkü vücudumuzdaki mükemmel kontrol sistemi sayesinde biz bunları düşünmek zorunda kalmayız.
Bizim yapmamız gereken sadece bize tüm bu kolaylıkları veren sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbimize şükretmek ve O'nun hoşnut olacağı davranışlarda bulunmaktır.


    KASLARINIZ BÜYÜK BİR UYUM İÇİNDE ÇALIŞIR
 
Güldüğünüzde yüzünüzde aynı anda 17 kasın birden kasıldığını biliyor musunuz? Eğer bunlardan bir tanesi kasılmasa veya görevini yanlış yapsa gülümseyemezsiniz, üstelik yüzünüz anlamsız bir ifade alır.
Yüzünüzde mimik yapmakla görevli toplam 28 ayrı kas vardır. Bu kasların birarada kasılmalarıyla binlerce farklı ifade oluşturabilirsiniz. Kızgınlık, şaşkınlık, sevinç, gülümseme gibi ifadeleri bu kaslar sayesinde yaparsınız. Yüz kaslarının yanı sıra vücudunuzdaki diğer kaslar da büyük bir uyum içinde çalışırlar. Örneğin sadece tek bir adım atmak için ayaklarınızda ve sırtınızda bulunan 54 kas aynı anda çalışır. Bunun gibi daha yüzlerce hareketi kaslarımız sayesinde kolaylıkla yaparız ve bunlar bize çok olağan gelir. Ancak tüm bu bilgileri okuduktan sonra durup bir daha düşünmemiz gerekir. Çünkü biz bu kaslarımızın çalışması için hiçbir şey yapmayız. Eğer kaslarımız eksik çalışsaydı koşmak, yüzmek, bisiklete binmek bir yana tek bir adım atmamız bile imkansız olurdu. Bu nedenle unutmamamız gereken çok önemli bir gerçek vardır. Allah vücudumuzda kusursuz bir sistem yaratmıştır. Bu bize Rabbimizin bir hediyesidir. Bizim de Allah'ın bize karşı olan sonsuz merhametini sürekli düşünüp, Allah'ın büyüklüğünü anıp, şükretmemiz gerekir.

                                                          
   SAVUNMA SİSTEMİ MUCİZESİ

İnsan vücudu birçok düşman ve tehlike odağı ile çepeçevre kuşatılmış durumdadır. Bu düşmanlar bakteriler, virüsler ve buna benzer mikroskobik canlılardır. Düşmanlar, solunan havadan, içilen suya, yenilen yemekten içinde bulunulan ortama kadar her yerde bulunur. Ancak Rabbimiz insanı bu tehlikelerden korumak için vücut içinde kusursuz sistemler var etmiştir. Örneğin deri hücrelerinde bulunan keratin maddesi, bakteri ve mantarlar için aşılması çok zor bir engel oluşturur. Deri üzerine gelen yabancı canlılar bu duvarı aşıp içeri giremezler. Dahası keratin içeren dış deri sürekli dökülür ve alttan gelen deri ile tazelenir. Böylece deri arasına sıkışan istenmeyen mikro canlılar, derinin bu içten dışa doğru yenilenme hareketi sayesinde, ölü deri ile birlikte vücuttan uzaklaştırılırlar. Düşmanın içeri girmesi, ancak deri üzerinde açılan bir yara ile mümkün olur. Virüslerin vücuda girmek için kullandıkları yollardan biri de havadır. Düşman, solunan bu hava sayesinde vücuda girmeyi dener. Ancak burun mukozasında bulunan özel bir salgı ve akciğerlerde bulunan hücre yutan savunma elemanları (fagositler), bu düşmanları karşılar ve çoğu kez tehlike büyümeden duruma el koyarlar. Yiyecekler yoluyla bedene girmeye kalkan mikropların çok büyük bölümü de mide asidi ve ince bağırsaktaki sindirim enzimleri tarafından saf dışı edilirler. Yukarıda saydıklarımızın her biri, virüs ve bakteri gibi tehlikeli maddelerin vücuda girmelerini engellemek için Rabbimiz'in var ettiği kusursuz savunma mekanizmalarıdır. Ancak söz konusu savunma bunlarla da kısıtlı değildir. İnsan vücudunda düşmanlara karşı savaşan üstün bir savunma sistemi de bulunmaktadır. İnsan ise kendi vücudunda böylesine mükemmel bir sistemin işlediğinden haberdar bile değildir. Oysa farkında olmadığı bu sistem onu mutlak bir ölümden korur. Açıktır ki, savunma sistemini yaratan, tüm insan bedenini yaratan, üstün bilgi ve güç sahibi bir Yaratıcıdır. İşte o Yaratıcı, insanı her türlü zorluk ve sıkıntıdan esirgeyen, ona acıyan sonsuz şefkat sahibi Allah'tır.


               BÖBREK MUCİZESİ

Sadece 10 cm büyüklüğünde bir makine icat etmek ve bunun içine kan, su ve diğer sıvıları tam olarak arıtabilecek bir sistem kurmak oldukça zordur. Arıtma işi için bir tesis gerekir. Yaklaşık 10 cm'lik bir alan içinde bunu başarmak ise, hem işlemin gerçekleşmesi hem de sonuçları açısından yeterli olmayabilir. Su veya diğer sıvıların temizlenmesi belki başarılabilir ama insan için gerekli olan temiz kanın sağlanması, böylesine küçük bir cihazla henüz başarılamamıştır.
Ama şu bir gerçektir ki, dünyadaki insanların tümü, aslında bu özel arıtma sisteminin mükemmel bir örneğine sahiptirler. İnsanın sahip olduğu böbrekler, yaklaşık 10 cm büyüklüğünde, 100 gram ağırlığındadır. Bedeniniz, yaklaşık 1 milyondan fazla mikro arıtma tesisini bu 10 cm içinde barındırmaktadır. Size hayat veren her şeyi taşıyan kan, bu mikro arıtma tesislerinde sürekli olarak temizlenir. Tüm hücre ve dokularınıza ulaşan suyun da yoğunluğunu ayarlar. Böbrekler, dokularınızda bulunan sıvı miktarını ve bu sıvının yoğunluğunu bilir, vücutta gerekli düzenlemeleri yapar ve Allah'ın dilemesiyle yaşamınızı sorunsuz devam ettirmenize vesile olurlar.
Böbrekler görevini yapmadığında ise nasıl bir durum söz konusu olur herkes az çok bilir. Dev makinelerle haftada birkaç kere gerçekleştirilen diyaliz işlemi yeni bir böbrek nakledilinceye kadar külfetli bir çözümdür hasta için. Cihazın yetersiz kaldığı anda ise ölüm gerçekleşir. Bu olağanüstü arıtma tesisinin önemini ve mucizevi yönünü görebilmek için kuşkusuz bu örnek yeterlidir. Bu mükemmel organ henüz taklit bile edilememişken, bunun tesadüflerle ortaya çıktığının öne sürülmesi kuşkusuz son derece mantıksız ve delilsiz bir iddiadır.
Bu sistem kuşkusuz olağanüstüdür ve tesadüfen oluşamayacak kadar çok detay ve kusursuzluk içerir. Çünkü bu sistem, insanı kusursuz bir mükemmellik içinde yaratan Allah'ın sanatını temsil eder. Bir insanın Allah'ın büyüklüğünü görüp iman edebilmesi için sahip olduğumuz bu organ başlı başına yeterlidir.

Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)



                                                                                             
   MUCİZEVİ ŞEKİLDE YENİLENEN BEDEN

İnsan hiçbir yeni günde, eski bedeninin aynısına sahip değildir. Vücuttaki hücrelerin bir kısmı yenilenmiştir. İnsanın "benim bedenim" diyerek sahiplendiği bedenini oluşturan hücrelerin bir kısmı ölmüştür. "Benim" diyen şey ruhtur, bedenin kendisi değişmektedir. Bu bilimsel bir gerçektir. İnsan vücudunu oluşturan dokular sürekli yenilenir. Bunu sağlamak için vücutta her dakika 200 milyon hücre doğar ve ölmüş hücrelerle yer değiştirir. Bu mükemmel olayın denetimi ise, Allah'ın dilemesiyle, troksin denilen tek bir hormona verilmiştir.
Troksin hormonu bedeni denetler, ömrünü tamamlayan hücreleri belirler ve buna göre yeni bir üretim yapılması emrini ilgili birimlere iletir. Bedenin yenilenmesi asıl olarak bu hormonun faaliyetine bağlıdır. Eğer troksin hormonu, eksilen hücrelerin sayısını hesaplayamasa ve ihtiyaçtan daha fazla veya daha az üretim yapsa, bedende oldukça karmaşık bir durum oluşur. Hücreler yeterli sayıda yenilenmediği için dış görünümde yaşlanma meydana gelirken, organlar işlevini yapamayacak hale gelecektir. Fazla üretim sonucunda ise, kontrolsüz büyüyen organlar ve oluşan tümörler, kısa sürede ölüme sebebiyet verebilir. Böylesine tehlikeli riskleri olan bir üretimin, bilinçsiz şekilde hareket eden ve tesadüfen işlev gören tek bir hormonun kontrolünde olması mantıksızdır. Tesadüfen oluşmuş (ki bu imkansızdır) ve tamamen şuursuz hareket eden tek bir hormonun vücutta ne kadar hücrenin ölmüş olduğunu hesaplayabilmesi, meydana gelen eksikliğe uygun olarak yeni bir üretim yapması mümkün müdür?
Bir hormonun tesadüfen meydana gelerek ve kendi kendine kararlar vererek vücuttaki bir üretimi yönlendirmesi elbette mümkün değildir. İnsan, bedenindeki mükemmel dengenin, tesadüfen oluşmuş, rastgele hareket eden tek bir hormona ait olduğunu zannederse, yaşamını büyük endişelerle geçirmek zorunda kalır. Zaten tesadüfen bir hormonun meydana gelebilmesi de, tesadüfi müdahalelerle bir insan bedeninin canlı kalabilmesi de mümkün değildir. Bir insan bedeninde, tek bir rastgele olaya bile izin vermeyecek kadar kompleks ve detaylı sistemler vardır. Bütün bu sistemlerin Yaratıcısı, onları her an kontrolü altında tutan, yerde ve gökte olan her şeyin hakimi olan Allah'tır.

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)


     AĞRI İNSANA ÖNEMLİ UYARIDA BULUNUR

Ağrının oluşması Allah'tan bir rahmettir. Çoğu insan bu nimetin bilincinde değildir ve şimdiye kadar bunu hiç düşünmemiştir belki ama ağrılar sayesinde insan, bedeninin içinde yolunda gitmeyen bir durum olduğunu anlayabilmekte, doktora gidip bu rahatsızlığını tedavi ettirebilmektedir. Eğer ağrı olmasaydı, insan ne midesinde bir rahatsızlık olduğunu anlayacak ne de böbreklerindeki bir taşın varlığını fark edecekti. Fark etmediği için de ancak hastalığı sürekli bir hal alıp, dışarıdan fark edilecek bir şekle dönüştüğünde içinde bulunduğu durumu anlayabilecekti. Ancak Allah her hastalığın belirtilerini, merhametinin bir tecellisi olarak insanlara hissettirmekte, o nedenle de birçok hastalığa çok önceden teşhis konulabilmektedir.


         HİPOFİZ BEZİ MUCİZESİ

İnsan beyninde yaklaşık 0.5 gr. ağırlığında, bezelye tanesi büyüklüğünde bir et parçası bulunmaktadır. Bu ufak et parçasına, Allah'ın dilemesiyle, vücudun tümünü yönetme ve denetleme görevi verilmiştir. "Hipofiz bezi" adı verilen bu organ, yeryüzünün en kompleks, en hatasız ve en hayati idarecisi olarak yaratılmıştır. Sayısız hormona görevler dağıtır, hiçbir aksama olmadan her birini denetler ve mutlaka her biri için belirlenmiş bir işi vardır.
Aynı anda başımızı ve kollarımızı hareket ettirir, duyar, görür, gülümser, konuşur ve dokunuruz. Bizimle konuşulanları anlar, zihnimizde çeşitli yorumlar yaparız. Bize gelen tüm hisler ve yaptığımız tüm hareketler, hormonların vesilesiyle gerçekleşmektedir. Eş zamanlı olarak gerçekleşen yüzlerce iş, eksiksiz ve rötarsız olarak hipofiz bezinin kontrolü ile yerine getirilir. Bir insan bedeninde hormonların bazılarının geç hareket etmesi, bazılarının da aldıkları mesajı iletmeyi başaramadıkları bir durum söz konusu değildir. Karşımızdaki kişinin bizimle konuştuğunu görüyorken, ondan gelen sesi dakikalar sonra duyduğumuz veya elimiz kaynar su ile yanarken, yanma hissinin bize hiçbir zaman ulaşmadığı, dolayısıyla biz bunu fark edene kadar elimizde ciddi bir yanık oluştuğu bir durum, özel hastalık durumları dışında, muhtemelen hiç söz konusu olmamıştır. Çünkü kendisi de protein, su ve yağdan oluşan 0.5 gr. ağırlığındaki bir et parçası olan hipofiz bezi, tüm haberleşmeyi kusursuz gerçekleştirmek için görevlendirilmiştir. Onun yaratılması da, yaptığı işlerin kontrolü de alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.
Yeryüzündeki her varlığın her yaptığı iş, ancak Allah'ın dilemesiyledir. Hiçbir varlığın kendine ait, Allah'tan bağımsız bir gücü yoktur. Allah dilediği takdirde, yarattığı her varlıkta Kendi kudretini, gücünü ve yüceliğini dilediği şekilde tecelli ettirir. Hem bedenimizde hem de çevremizde gördüğümüz, göremeyip de bilgisine sahip olduğumuz her şey, Allah'ın Yüce varlığının birer tecellisidir.

                                                            

                                                            
         BEYİN MUCİZESİ

  Beyin, yaklaşık olarak %80 su, %10 yağ ve %8 proteinlerden meydana gelir. Geri kalan bölümünü ise, karbonhidrat, tuz ve diğer mineraller oluşturmaktadır. Beyindeki her sinir, elektrokimyasal sinyaller alarak işler. Sinir ağları, çok sayıdaki bağlantılarını zayıflatarak veya güçlendirerek anıları saklarlar. Ve bunun sonucunda da hafıza oluşur. Alışılmadık durumlarla karşılaşılması, örneğin ilk defa bakılan bir portre, hücrelerin kendi aralarında farklı düzenlemelere girmelerine neden olur. İlgili sinirler aniden bağlantılarını güçlendirir ve karşılaşılan durumu tanımlamaya çalışırlar. Kaydedilen veriler, ikinci deneyimde, işlemin daha hızlı gerçekleşmesini sağlar. Dolayısıyla aynı portreye ikinci defa bakıldığında portre artık tanıdık gelecektir. Yaşam boyu tekrarlanan işlemler, genel bir görüntü olarak beyinde saklanır. Beyinde hafızaya kaydedilen her an, 100 milyar sinirin saatte 400 km hızla yaptığı 1000-500.000 arasındaki bağlantı vesilesiyledir.
  Bu müthiş kapasiteye sahip olan beyin, loş bir lambayı aydınlatabilecek kadar enerji kullanmaktadır. Vücut ağırlığının sadece 50'de biri olan beyin, vücudun tüm oksijen ve glikoz ihtiyacının 1/5'ini tüketmektedir. Beyin öylesine önemlidir ki, kalpten çıkan ilk kan ona gönderilir, herhangi bir sebeple bedende kalan az miktarda kan ise, öncelikle onu hayatta tutmaya çalışır. Kalp, damarlar ve tüm diğer organlar, adeta bu gerçeği bilirler. İnsan beynindeki bu mükemmellik insana verilmiş büyük bir nimettir.
   Bir yere baktığımızda, bir şey düşündüğümüzde veya bir koku aldığımızda, beynimizde bir hareketlenme başlar. İlgili sinirler, bir elektrik akımı vesilesiyle gelen mesajları yorumlarlar. Bir bardağa baktığımızda, onun bardak olduğunu anlamamızın nedeni, beyindeki sinirlerin onu "bardak" olarak yorumlamasıdır.
   Bir şeyi düşüdüğümüz sırada beynimizde olanlar, sinirlerin birbirleriyle koordinasyon kurmaları ve birbirlerinin üzerinden elektrik akımlarını geçirmeleridir. Karşımızdaki bardağın görüntüsünün beynimizde oluştuğunu zannederiz. Oysa, bardaktan gelen görüntü beynimize sadece bir elektrik sinyali şeklinde ulaşmıştır ve zifiri karanlık beyinde bardağın görüntüsünden en ufak bir iz yoktur. Düşünmemiz, koklamamız, görmemiz, kısacası dış dünyayı algılamamız için verilmiş olan sebepler, sinir hücreleri arasındaki işlemlerdir. Bu gerçek karşısında, 10 milyar sinir hücresinin beynin içinde özenle yerleştirilmiş olması ve bizimle ilgili her şeyin kontrolüne vesile olmaları, dahası bizlere renkli bir dünya sunmaları, elbette büyük bir mucizedir. Bu büyük mucizenin sahibi Yüce Allah'tır. Kuşkusuz, insan hiçbir şey değilken onu yoktan yaratan Allah için tüm bu sebepleri yaratmak çok kolaydır.
   İnsan beyni birçok işi aynı anda yürütebilecek bir sisteme sahiptir. Örneğin, bir kişi, beynindeki kusursuz yapı sayesinde bir yandan arabasını kullanırken, bir yandan teybinin ayarlarını yapabilir, o sırada direksiyonu da rahatlıkla idare edebilir. Birçok işi aynı anda yapmasına rağmen önündeki arabalara ya da yayalara çarpmaz. Aynı anda ayaklarıyla gaz pedalını idare edebilir. Radyo dinlerken söylenenleri de tam olarak anlayabilir. Konuşmasına kaldığı yerden devam edebilir. Ve en önemlisi bütün bu işlemlerin hepsini aynı anda mükemmel bir şekilde idare edebilir. Kısacası bir insan beynindeki olağanüstü kapasite sayesinde aynı anda pek çok işi yapabilir. Bu uyumu sağlayan ise beyindeki sinir hücrelerinin birbirleri ile olan bağlantılarıdır.
    Dış dünyadaki cisimlerden beyne gelen ve milyonlar hatta milyarlar ile ifade edilebilen uyarılar büyük bir uyum içerisinde beyinde analiz edilmekte, daha sonra bunlar değerlendirilmekte ve her birine gerekli yanıtlar verilmektedir. Ve bu karmaşık sistemin işleyişi hiç aksamadan hayat boyu devam etmektedir. Biz de bu sayede görmekte, duymakta, hissetmekte kısacası yaşamımızı sürdürmekteyiz.
              Beyin gözden, burundan, kulaklardan, deriden, ağızdan gelen bilgileri alıp biraraya toplayarak bir anlam ortaya çıkarır. Yaptığınız her hareket, düşündüğünüz, konuştuğunuz, hissettiğiniz her şey beyninizde oluşur. Beyninizde bunu sağlayan haberleşme ise beyne ait sinirler, yani nöronlar tarafından sağlanır. Vücudunuzda an an meydana gelen bütün olaylar, mesela; şu an siz bu yazıları okurken gözlerinizi kullanmanız, otururken arkanıza yaslanmanız, okuduğunuz şeyleri anlamanız, kalbinizin atması, nefes almanız, gözlerinizi kırpmanız, saçlarınızın uzaması, kokuları algılamanız, kulağınızın etrafınızdaki sesleri duyması, kısacası her türlü işleviniz, her an beyne giden sinyaller ve beynin vücudun her yerine ayrı ayrı gönderdiği emirler yoluyla devam eder. (Sadece 1 dakika içinde beyinde 100.000 ile 1.000.000 arası kimyasal reaksiyon oluşabileceği bilinmektedir.)
   Bu mükemmel ağı daha iyi anlamak için şu örneği verebiliriz: Beyindeki nöronlar, sahip oldukları uzantılardan uç uca eklenecek olursa, uzunlukları birkaç yüz bin kilometreyi bulmaktadır. Bilim adamlarının beyni, "evrendeki en büyük gizemlerden biri" olarak tanımlamasına neden olan en önemli unsurlardan bir tanesi, bu olağanüstü ağın varlığıdır. İnsan beyninde yaklaşık 100 trilyon sinaps bulunur. Sinapslar, sinir hücrelerinde kimyasal geçişin gerçekleştiği yerlerdir. Vücuttaki herhangi bir hücre, sinapslar yoluyla, 1000 ayrı beyin hücresi ile bağlantı kurabilmektedir. Bu olağanüstü ağ sayesinde meydana gelen bilgi işlem hızı, gerçek anlamda hayret vericidir. Tek bir bit'lik bilgi, bir anda tam 100.000 nörona ulaşabilmektedir. Bu özelliği ile beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüz binlerce kat daha hızlıdır. Böyle mükemmel bir eserin, aynı hız ve aynı özelliklere sahip bir benzerinin yapılması mümkün gözükmemektedir.
   Böylesine kapsamlı bir ağı, küçücük bir alana sığdırmak ve onun katrilyonlarca bağlantı yapmasını ve bunu saliseler içinde başarmasını sağlamak elbette imkansızdır. Dünyadaki gelmiş geçmiş tüm insanların sahip olduğu bu muhteşem sistemi yoktan var etmek için insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur. Beyin, insanların bu gerçeği görebilmesi için çok kapsamlı ve detaylı yaratılmış bir mucizedir.
   Bir nöronun ortalama genişliği 10 mikrondur. (Bir mikron milimetrenin binde birine eşittir). Nöronlar o kadar ufaktırlar ki, ortalama boyutlardaki 50 tanesi bu cümlenin sonundaki nokta işaretinin içine sığabilir. Bir insan beyninde ortalama 100 milyar nöron vardır. Eğer bu 100 milyar nöronu her saniye birer tane olmak üzere saymak isteseydik, o zaman bütün bu sayım işlemi 3.171 yıl sürerdi. Eğer bu 10 mikronluk 100 milyar nöronu tek bir çizgi haline getirebilseydik, bu uzunluk tam 1000 kilometre olurdu. İnsan vücut ağırlığının yalnızca %2'sini kaplayan bir organda böylesine uzun bir iletişim ağının varlığı şüphesiz harikulade bir mucizedir.
 Yeryüzündeki yapay haberleşme ağlarının tümünü bir araya getirsek, tek bir insan beyni içindeki kadar sistemli, kompleks, kusursuz ve hızlı bir sistemi elde edemeyiz. Yaptığımız en küçük bir hareket için bile, bu haberleşme ağı müthiş bir faaliyet içindedir. Gelmiş geçmiş, milyarlarca insanın her biri, bu kusursuz iletişim ağına henüz anne karnındayken sahip olmuştur. İnsan beynindeki bu üstün kompleks koordinasyona benzerlik gösterebilecek bir teknoloji yeryüzünde yoktur.
 Beyindeki bu kusursuz sistemi oluşturan en önemli unsurlardan biri, sayıları milyarlarca olan sinir hücreleridir. Beyindeki sinir hücreleri diğer bütün hücrelerden farklı olarak elektrik akımları ile çalışır. Ve bu elektrik akımları sayesinde bilgi alışverişinde bulunabilir, bilgi depolayabilirler.
 Sinir hücrelerinin birbirleri olan bağlantısını dolayısıyla da beyindeki ahengi sağlayan, sinir hücrelerindeki özel yapıdır. Beyindeki 10 milyar hücrenin 120 trilyon civarında bağlantısı vardır. Ve bu 120 trilyon bağlantının tamamı doğru yerlerdedir. Eğer bu bağlantılardan herhangi biri yanlış bir yerde olsaydı sonuçları çok ağır olurdu. Hatta insanların hayati fonksiyonlarını sürdürmesi mümkün olmayabilirdi. Ancak böyle bir şey olmaz ve istisnai hastalıklar dışında tüm insanlar kendilerine doğal gelen, ama aslında ardında trilyonlarca mucizevi işlemin bulunduğu bir yaşantıyı sürdürürler.
 Beyindeki birbirine bağlı işleyen bu yapı insan vücudundaki diğer bütün sistemler gibi her aşamasında kusursuz tasarımı olan bir yapıdır. Beynin milyonlarca işlevini hiç hata yapmadan, hiçbir karmaşaya mahal vermeden gerçekleştirebilmesini kaynağı ise, sonsuz akla sahip olan Allah tarafından bu özelliklerle birlikte yaratılmış olmasıdır.
Beyindeki kusursuz sistem, bir insanın Allah'ın üstünlüğünü anlaması için tek başına yeterlidir. Algılamak, görmek, hissetmek için bu 100 milyar sinir hücresinin birbirleriyle iletişiminin sağlanması gerekmektedir. 100 milyar hücre, toplam 100 trilyon bağlantı yoluyla iletişim kurmaktadırlar.
Bu hayret verici iletişimin sağlanma yolları da son derece etkileyicidir. Sinir hücreleri arasında özel bir sıvı vardır ve bu sıvıda çok özelleşmiş bazı kimyasal enzimler yer alır. Bu enzimler "elektron taşıma" özelliğine sahiptirler. Elektrik sinyali bir sinirin ucuna ulaştığında, elektronlar bu enzimlere yüklenir. Enzimler de sinirler arası sıvıda yüzerek taşıdıkları elektronları diğer sinire aktarırlar. Elektrik akımı böylece bir sonraki sinir hücresine geçerek akmaya devam eder. Bu işlem saniyenin çok küçük birimlerinde gerçekleşir ve elektrik akımı en ufak bir kesintiye uğramaz.
Eğer bu enzimlerden bir tanesi görevini yapmayacak olursa, iletilmesi gereken mesaj beyninize gitmeyecektir. Yani elinize doğru bakmanıza rağmen, elinizin görüntüsü beyninize ulaşmayacaktır. Ve eğer günün birinde bu enzimler herhangi bir sebeple fonksiyonsuz kalsalar, beyindeki 100 milyar sinir hücresi de fonksiyonsuz kalacaktır. Eğer bu enzimler günün birinde mesajı götürmeleri gereken yerlere götürmek yerine, rastgele dağıtmaya karar verseler, beyindeki bu karmaşa, tüm algı sistemini altüst edecek, dış dünya ile olan bağlantı felce uğrayacaktır.
Her şeyi tesadüflerin eseri olarak değerlendirenlere göre, beyinde sürekli olarak böyle bir karmaşanın gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu özel sistemi yönetenler, şuurlu varlıklar değildir. Sistemin sahip olduğu düzen, şuurlu şekilde meydana gelmemektedir. Eğer her şey rastgele gerçekleşiyorsa, sinir hücrelerinde gerçekleşebilecek herhangi bir rastgele iletişim sırasında art arda sayısız karmaşık olaylar meydana gelmesi gerekmektedir. Ancak olağanüstü durumlar dışında, yeryüzündeki milyarlarca insanın beyninde böyle bir karmaşa yoktur. Her birinin sahip olduğu her bir sinir hücresinde, tüm sistem hatasız işler. İşte bu, söz konusu mantığı tümüyle ortadan kaldırmaktadır. Saniyenin küçük birimlerinde, hemen her an, enzimler görevlerinin başındadırlar ve hata yapmadan hareket ederler. Proteinlerin oluşturduğu şuursuz varlıkların bu benzersiz görevi yerine getirmeleri elbette ancak Allah'ın ilhamıyladır.
Beynimizdeki her sinir, her enzim, her protein, her elektron, kısacası her şey Allah'ın eseridir. Burada örneği verilen şey, yaratılmış sayısız detaydan sadece bir tanesidir. Allah, tüm varlıkları her an kontrolü altında tutan ve her an rahmeti ile kuşatandır.
Beyinde meydana gelebilecek en küçük bir hasar, insanı sakat bırakabilir veya öldürebilir. Bu mükemmel sistemin sadece küçük bir parçası hasar görse, sadece tek bir nöron yerine getirmesi gereken görevleri gerçekleştiremese, bu durum beyinde elektrik iletiminin zarar görmesine ve dolayısıyla duyu ve his kayıplarına yol açabilir. Şu durumda bu olağanüstü hassas sistemde rastgele bir işlemin gerçekleşmesi beyin fonksiyonlarının büyük bir kısmını, hatta tamamını işlevsiz hale getirecektir. Bu gerçek gösterir ki, henüz sınırları anlaşılamamış olan bu benzersiz haberleşme ağının, tesadüfen meydana gelmesi imkansızdır. Böylesine karmaşık ve mükemmel bir sistemin tesadüfen oluştuğunu öne sürmek akıl dışıdır. Beyni olmayan bir canlının, günün birinde bir tesadüf sonucu yarı işleyen bir beyne sahip olması, ardından da bu yarı işleyen beynin yukarıda saydığımız mucizevi işlemleri başarabilecek bir gelişime ulaşması elbette mümkün değildir. Beyindeki tek bir nokta bile tesadüfen oluşamayacak, tesadüfen değişemeyecek kadar kusursuz bir donanım ve organizasyona sahiptir. İnsanın sahip olduğu bu olağanüstü yapı, yeryüzündeki tüm canlı hücrelerini ve onlara hayat verecek vesileleri yaratan Allah'a aittir.
  Beynin sahip olduğu sistem, hala anlaşılmaya çalışılan önemli bir sırdır. Henüz insan bunu anlamaya güç yetirememişken ve sistemin tümü üstün bir yaratılışı ispat etmekteyken, kör tesadüflerin bir yaratıcı gücü olduğuna ihtimal vermek büyük bir cehalettir. Allah, rahmeti ile, yarattığı varlıkları vesile ederek insanlara Kendi Yüceliğini ve üstün yaratma sanatını sürekli olarak hatırlatmaktadır. Beynin sahip olduğu tüm olağanüstü yetenekleri yaratıp kontrol altında tutan yegane güç Allah'ın gücüdür. İnsanlara armağan edilmiş bu değerli hediyenin sahibi, çeşit çeşit nimetleri karşılıksız bağışlayan Yüce Allah'tır. Üstün yaratılış harikası beynin varlığı, Yüce Rabbimiz'in büyüklüğünü ve kudretini bir kez daha sergilemektedir. Allah, insan denen varlığı mükemmel mekanizmalarla donatmıştır ve her an kontrolü altında yaşamını sürdürmesine olanak sağlamaktadır. Tüm bunları görüp anlayabilen iman sahipleri, dünyada da ahirette de kurtuluş bulanlardır.

O, size ayetlerini gösteriyor ve sizin için gökten rızık indiriyor. İçten (Allah'a) yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Mümin Suresi, 13)
Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman Suresi, 29-30)



      HÜCRE MUCİZESİ

İnsan vücudunda, hücreler sürekli olarak beslenir, çoğalır ve ölürler. Bunun denetimi vücutta mükemmel şekilde gerçekleşir. Çünkü hücre, kendisini kopyalayabilecek, besleyebilecek ve yok edebilecek özel donanımlarla birlikte yaratılmıştır.
Vücutta zamanla ölen hücrelerin bir şekilde ortadan kaldırılıp temizlenmesi gerekmektedir. Hücrelerin yok edilmeleri gerektiğinde, kendi kendilerini ortadan kaldıran bir dizi proteinleri vardır. Hücre vücut için faydalı ve işler durumdayken, bu proteinleri asla devreye sokmaz. Ancak yaşlandığı, hastalandığı, işe yaramaz veya kötü huylu bir hale dönüştüğünde, öldürücü proteinler çözülürler, etkin hale gelir ve hücreyi öldürürler.
Hücrenin Allah'ın dilemesiyle tam zamanında ve yerinde tedbir alması çok büyük bir nimettir. Bu vesileyle vücutta sağlıklı hücreler varlıklarını sürdürürken, hastalıklı ve yaşlı hücreler sürekli olarak yok edilmektedirler. Vücut daima sağlıklı kalmakta, ölen hücreler büyük bir hızla yenilenmektedir.
İnsanın hayatta kalabilmesi için oldukça fazla sayıda unsurun bir araya gelmesi gerekir. Ama insan hiçbir zaman bu unsurların ve bunların arasındaki mükemmel denetimin farkında olmaz. Bedende, ne zaman hücre üretilmesi gerektiği, ne zaman hücrenin yok edilmesi gerektiği, insanın iradesi ve bilgisi dışında kusursuz bir zamanlama ve düzen içinde işler. Bunun sebebi, tüm bu denetim ve kontrolün, bütün bunları yaratan Allah'a ait olmasıdır.
Vücudumuzda 30 bin civarında farklı protein olduğu tahmin edilmektedir. Ve henüz bunların sadece %2'sinin vücuttaki görevleri tam anlamıyla çözülebilmiştir. Geri kalan %98 de çok özel görevler gerçekleştirirler ama bunlar insan için hala bir bilinmeyendir. Tek bir hücrenin sahip olduğu farklı çeşitlerdeki protein sayısı bir milyardan fazladır.
Sahip olduğumuz "tek bir" hücrenin içindeki bir milyar proteini bir saniyede bir tane saymak kaydıyla, gece gündüz durmaksızın ve hata yapmaksızın saymak yaklaşık 32 senemizi alacaktır. Uyumak, yemek yemek gibi zaruri ihtiyaçlarınızı hesaba katarsak, tek bir hücrenin içindeki proteinleri saymaya ömrümüz muhtemelen yetmeyecektir. Tek bir hücremizi oluşturan proteinleri bir ömür boyunca saymayı başaramayız.
Bedenimizdeki bu kompleks yaratılış ancak Allah dilediği için böyledir. Vücudunuz trilyonlarca hücrenin biraraya gelmesiyle oluşmuştur. Ancak bu, hemen okunup, üzerinden geçilecek bir rakam değildir. Trilyon sayısı çok büyük miktarı ifade eder. Her yetişkin insanın vücudunda toplam 100 trilyona yakın hücre vardır. Ancak bu hücreler çok küçük oldukları için bizim bedenimiz dev boyutlarda değildir. Şimdi vereceğimiz örneği okuduğunuzda, hücrelerin ne kadar küçük olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Vücudumuzdaki hücrelerin bir milyon tanesi biraraya geldiğinde ancak bir iğne ucu kadar yer kaplar. Bu kadar küçük olmasına rağmen hücrenin nasıl bir yapıya sahip olduğu henüz tam olarak çözülememiştir. Bilim adamları hala hücrenin içindeki sistemleri araştırmaktadırlar.
Sizi oluşturan ilk hücre, anne ve babanızdan gelen birer tane hücrenin, annenizin bedeninde birleşmesiyle ortaya çıkar. Bu hücre hiç durmadan bölünür ve bir süre sonra önce küçük bir et parçası haline gelir. Sonra bu et parçasını oluşturan hücreler de bölünmeye devam ederler ve yavaş yavaş vücudunuz şekillenmeye başlar.
Oluşan her yeni hücreniz farklı bir şekle girer. Biri kan hücresi olurken, diğeri kemik hücresi, başka bir tanesi ise sinir hücresi olur. Vücudumuzda birbirinden farklı tam 200 çeşit hücre vardır. Bu hücrelerin hepsi aslında aynı parçalardan oluşurlar ancak farklı işler yaparlar. Örneğin bacaklarınızdaki kas hücreleri sizin yürüyebilmeniz ve koşabilmeniz için örülmüş birer halat gibidir. Bu yapıları sayesinde siz topla oynarken bacağınızdaki veya kolunuzdaki kaslar aşırı gerilmeden dolayı kopmazlar. Kan hücreleriniz ise yuvarlak disk şeklindedirler. Bu hücrelerin görevi, vücut için gerekli olan oksijeni damarları kullanarak taşımaktır. Bu şekilleri sayesinde oksijenle birlikte kan damarlarının içinden kolaylıkla akıp giderler. Deri hücreleriniz de birbirlerine sıkı sıkı kenetlenerek yanyana dizilmişlerdir. Böylece derimiz mikropları ve suyu geçirmez.
Bunlar gibi diğer tüm hücrelerimiz de tam görevlerine uygun şekillere sahiptirler. Ancak onların bu şekillere sahip olmaları elbette tesadüfen olmamıştır. Bilgisayarları, arabaları ya da uçakları düşünün. Bu makinelerin şekillerini, çalışabilmeleri için gerekli olan sistemleri tasarlayan biri vardır. Tüm detayları, bu makineleri üreten firma teknisyenleri düşünür ve planlarlar. Arabalar yolcuların en rahat ve güvenli şekilde hareket edeceği, televizyonlar ise görüntü ve sesi en kaliteli şekilde izleyicilere ulaştıracak şekilde üretilir. Bu durum sadece teknolojik aletler değil kullandığımız her türlü malzeme için geçerlidir. Masa, sandalye, oturduğunuz bina, kullandığınız kalem, yemek yediğiniz kaşıklar, çatallar… Hepsi bir tasarım ürünüdür. Her birinin bütün detayları ince ince hesaplanmıştır, hiçbir şekilde tesadüfen ortaya çıkmamışlardır. Sizin de bildiğiniz gibi bir tasarımın ve sonucunda da bir ürünün ortaya çıkması için bir aklın olması gerekir.
Şimdi aynı örneği vücudumuzdaki hücreler için düşünelim. Hücrelerimiz bir televizyondan ya da başka bir teknolojik aletten çok daha üstün bir plana ve işleyişe sahiptir. Üstelik olağanüstü özelliklere sahip olan hücrelerimiz canlıdır. Bilim adamları, bu küçücük varlıkların içindeki harikulade sistemi henüz tam anlamıyla keşfedememişlerdir.
Küçücük bir alanda insan aklının keşfedemediği böyle bir tasarım nasıl var olmuştur diye düşündünüz değil mi?
Bu durum, hücrelerimizi çok üstün bir akıl sahibinin planlayıp yarattığını bize göstermektedir. Bu üstün aklın sahibi, bizi herşeyimizle kusursuz bir şekilde yaratan Allah'tır.
Vücudumuzdaki trilyonlarca hücrenin her biri Allah'ın kusursuz planı sayesinde zor görevlerini eksiksizce yerine getirir. Böylece biz de hiçbir aksaklık olmadan yaşamımızı devam ettiririz. Şu anda vücudunuzda sizin emrinizde çalışan trilyonlarca hücreniz var. Hatta siz bu yazıyı okurken de onlar durmaksızın çalışıyorlar. Örneğin bu yazıları okuyabilmeniz için göz hücreleriniz aralık vermeden işlemler yapıyor, nefes alıp verirken önce nefes borunuzdaki hücreler, sonra akciğerinizdeki hücreler çalışıyor. Aynı anda midenizdeki hücreleriniz de belki birkaç saat önce yediğiniz yiyecekleri sindirmek için uğraşıyorlar.
Bu anlattıklarımız vücudunuzda tek bir an bile durmadan gerçekleşen işlemlerden sadece birkaçı. Bunların tümü siz hiç farkına varmadan gerçekleşiyor. Peki trilyonlarca hücre nasıl olup da biraraya geliyor, hepsi ne yapacağını nereden biliyor ve aynı anda çalışarak tüm bu işlemleri yapıyor? Üstelik hiç karışıklık çıkmıyor. Hiçbir hücreniz başka bir hücrenizin işini yapmaya kalkmıyor ya da "ben bu işi yapmak istemiyorum" demiyor. Hepsi bir yana, bedeninizdeki bütün işlemler olağanüstü bir süratle gerçekleşiyor.
Bütün bu işlemleri gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük olan hücrelerin başarması çok hayret uyandırıcı bir durumdur. Üstelik vücudumuzdaki hücreler hiç yardım almadan bu önemli işleri başarırlar. Hücrelerimiz bizim gibi birer insan değildir. Onlar ne birbirlerini görebilir, ne işitebilir, ne de "akıllı bir iş yapayım" diye düşünüp karar alabilirler. Ne gözleri ne kulakları ne de beyinleri vardır. Kimyasal formülleri bilir, bu formüllere göre maddeler üretirler ancak kimya eğitimi almamışlardır. Fizik kurallarını bilirler, ışığı ayarlayıp görmemizi sağlarlar ancak fizik eğitimi de almamışlardır. O halde tüm bunları nasıl başarmaktadırlar?
Elbette ki hücrelerimiz bütün bu işlemleri kendi akılları sayesinde yapamazlar. Bunları zaman içinde tesadüfen öğrenemeyeceklerini de hemen anlamışsınızdır. Ama biz, gözle görülemeyecek kadar küçük olan bu varlıkların şuurlu hareketleri sayesinde yaşamımızı sürdürürüz. Bütün bunlar bizim çok önemli bir gerçeği anlamamız içindir. Hücrelerimize tüm bu işlemleri yaptıran, onlara neler yapacaklarını öğreten çok üstün bir akıl sahibi vardır. Bu sonsuz aklın sahibi bizi çok seven, bizim her türlü eksikliğimizi ve ihtiyacımızı bilen, herşeyi yaratan Allah'tır.
Allah'ın her şeyi yaratmaya kadir olduğunu, ancak insanın, kendi bedenindeki tek bir hücreye dahi hakim olamayacağını her insanın bu örneklerle bilip görmesi gerekmektedir. Yaratılmış olan her varlık, onların sahip olduğu her kusursuz detay, insanın kendisi de içinde olmak üzere çok büyük birer mucizedir.
Allah'ın nimetlerini görüp değerlendirmek, onların verdiği mesajı anlayabilmek vicdan kullanmayı gerektirir. Ancak samimi bir insan etrafında yaratılmış sayısız detaya bakarak, Allah'ın yaratmadaki üstünlüğünü görüp takdir edebilir. Allah dünyadaki herşey gibi sizi de kusursuz yaratmış ve ihtiyacınız olan herşeyi vermiştir. Bu nedenle yapmamız gereken de bize, her biri dünyadaki en güzel hediyelerden çok daha değerli olan nimetleri veren Rabbimize sürekli şükretmektir.
          
                    
 YETENEKLİ KARACİĞER HÜCRELERİ

Karaciğer hücrelerinin her biri yaklaşık 500 kadar değişik kimyasal işlem gerçekleştirme yeteneğine sahiptir. Vücudun dolaşım, sindirim, boşaltım gibi sistemlerinde gerçekleşen tüm faaliyetlerden haberdardırlar. Üstlendikleri bu görevler nedeniyle hücrelerin her birinde yoğun bir hareketlilik vardır ve bu hareketlilik durmaksızın devam eder.
Eğer herhangi bir sebeple karaciğerin bir kısmı hasar görür veya alınırsa, faaliyet aniden çeşitlenir. Artık hücrelerin yeni faaliyetleri "çoğalma"dır. Hücreler 500 ayrı görevi yerine getirirken, aynı zamanda çok yüksek bir hızla çoğalmaya da başlarlar. Bunun amacı, hasar gören karaciğeri tamamlamaktır. Karaciğer, hücrelerin bu olağanüstü yetenekleri nedeniyle vücutta kendisini yenileyebilen tek organdır. Karaciğer normal boyuta gelip tamamlandığında, hücreler aynı anda faaliyetlerini durdururlar.
Karaciğer hücrelerinin, parmağınızın ucundaki bir milimetrelik kısımdaki hücrelerden bir farkı yoktur. Karaciğerinizde bulunan hücreler de parmağınızdakiler de aynı bilgiyi taşırlar. Onları farklı kılan, sahip oldukları bilginin sadece farklı bir kısmını kullanmalarıdır. Buradaki gözle görülmeyen tek bir hücre, çoğalma işleminin başlaması gerektiğini bilmekte ve kendisini kopyalayabilmektedir. Sonra, aniden karaciğeri tamamlama görevinin bittiğini haber almakta ve faaliyetini diğerleriyle birlikte durdurmaktadır. Hiçbir hücre, başıboş bir şekilde üretim işlemine devam etmez. Hiçbir hücre çoğalma esnasında diğer görevlerini biraz bekletmesi gerektiğine karar verip sistemin aksamasına sebep olmaz. Kopyalanan hiçbir yeni hücre, hangi görevleri yerine getireceği konusunda eğitilmez. Ancak buna rağmen, her yeni hücre tereddütsüz hemen karaciğerdeki faaliyetine başlamaktadır.
Bu kapsamlı sistemin kontrolü insana ait değildir. Evrimcilerin ise, bu kompleks sistemin tesadüflerle oluştuğu iddialarını savunabilmeleri için öncelikle karaciğeri oluşturan tek bir hücrenin nasıl ortaya çıktığını açıklayabilmeleri gerekmektedir. Ancak evrimciler için, yaşamın temelini kapsayan böylesine önemli bir sorunun açıklaması yoktur. Çünkü kuşkusuz, tüm canlıları, onların sahip olduğu her bir hücreyi yaratan, bunları her an kontrolü ve denetimi altında tutan, sonsuz ilim sahibi olan Allah'tır. Karaciğerde sergilenmiş olan sistem de, varlığı hiç değişmeden duran, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Yüce Allah'ın eseridir.

Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, Biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için... (Hac Suresi, 5)


           GEN MUCİZESİ

İnsan, kalbinin atışını kontrol edemez. Yemek yerken tükürük bezinin faaliyetlerinin denetimi kendi elinde değildir. Kendi kontrolüne bırakılsa, her saniye nefes alması gerektiğini sürekli olarak hatırlaması oldukça zordur. Bunun gibi sayısız vücut fonksiyonu onun hiçbir müdahalesi olmadan gerçekleşmektedir. Ancak kendi bedeninde kendi denetimi olmamasına karşın, sahip olduğu tüm sistemlerde kusursuz bir işleyiş vardır.
İnsanın kromozomlarının içinde kendisiyle ilgili her bilgi vardır. Çekirdekteki 46 kromozomun her biri, bir insan ile ilgili tüm bilgileri taşıyan genlere sahiptir. İnsan vücudunda bulunan bütün organlar, Allah'ın dilemesiyle hücrelerde yer alan genlerin tarif ettiği bir plan çerçevesinde inşa edilirler. Örneğin, vücutta deri 2.559, beyin 29.930, göz 1.794, tükürük bezi 186, kalp 6.216, göğüs 4.001, akciğer 11.581, karaciğer 2.309, bağırsak 3.838, iskelet kası 1.911 ve kan hücreleri 22.092 gen tarafından kontrol edilmektedir.
Gözle görülmeyen bir hücrenin içinde saklanan sayısız küçük parçanın, dev bir vücut sistemini kontrolü altında tutması büyük bir mucizedir. Bu sistemde hiçbir aksaklık ortaya çıkmaması, doğan her yeni insanda, aynı genlerin, aynı sistem ve organları kontrol etmesi, olağanüstü bir durumdur.
Genler kuşkusuz akıl sahibi varlıklar değildirler; kör ve şuursuz atomların bir araya gelmesiyle oluşurlar. Dolayısıyla buradaki üstün akıl ve kusursuz denetim onlara ait değildir. Hayranlık uyandırıcı birer yaratılış harikası olan genler, örneksiz olarak muhteşem alemler yaratan Allah'ın emrine uyarak hareket etmektedirler. Aslında bu, evrendeki küçük büyük her detayda kendisini açıkça gösteren bir gerçektir. Her şey, Allah'ın üstün yaratmasının bir tecellisidir. Genler, Allah dilediği için "her an" vücut sistemiyle ilgili "her şeyi" kontrol edebilirler. Bu üstün kontrol, tüm bu sistemin asıl sahibi Celil (azîm, mertebesi yüksek) olan Allah'a aittir.

Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

                   
            ENZİM MUCİZESİ

Tek bir cümleyi okumak sadece birkaç saniye sürer. Oysa insan vücudundaki enzimlerden sadece bir tanesi görevini yapmasa, bu cümleyi okumak 1500 yıl sürecektir. Enzimler, hücreleri hareketlendirip reaksiyonları başlatmak ve hızlandırmakla görevlidirler. Bir enzim bir reaksiyonu 1010 defa yani 10 milyar kere hızlandırabilir. Eğer enzimler kendi görevlerini yerine getirmeseler, siz bu cümleyi okuyana kadar sizi yaşatan pek çok reaksiyon da devreye girmeyi bekleyecek ve birbirinden habersiz ve hareketsiz hücreler teker teker ölmeye başlayacaktır. Ve bu cümleyi bitirmeye ömrünüz yetmeyecektir.
Hücre içinde reaksiyonların tümü enzimler tarafından gerçekleştirilir. Eğer bir insanın bedenindeki enzimler bir anda görevlerini yapmamaya başlarlarsa, onları tekrar eşzamanlı ve hızlı bir şekilde harekete geçirebilmek çok zordur. Günümüzde gelişmiş tıp bilgisine ve üstün teknolojiye rağmen, 100 trilyon hücreye ulaşabilecek enzim sisteminin benzerini meydana getirmek mümkün olmamıştır. Böyle üstün bir mekanizmanın tesadüflerle oluşması mümkün değildir. İnsan, tüm bilgi ve imkanlarına rağmen, sahip olduğu mevcut sistemi kopyalayıp onun bir benzerini üretme konusunda çaresizdir. Enzimler kadar hızlı reaksiyonlar gerçekleştiren tek bir model bile meydana getirmeyi başaramamıştır. Bu gerçek gösterir ki, bedenin içinde tüm kimyasal reaksiyonları başlatacak ve hızlandıracak, üretim, kontrol, kopyalama gibi sayısız hayati işlemi hatasız yerine getirecek bu mucize proteinlerin şuursuz olaylar sonucunda, kendi kendilerine meydana gelmiş olmaları imkansızdır.
Bu durumda üzerinde düşünülmesi gereken, bütün kainatın ve onun içindeki tüm detayların sahibinin, insanı ve insan bedenindeki enzimleri de yaratanın Allah olduğu gerçeğidir.

Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur. (Lokman Suresi, 20)



         NEDEN YAŞLANIRIZ?

İnsan vücudunda, gıdaların parçalanıp sindirildiği, arkasından da çok sayıda metabolik işlemin gerçekleştiği harika bir sistem vardır. Yaşayan bir canlının hücrelerinin içinde bir çok olay meydana gelir ve bunların tamamı enzimler tarafından kontrol edilir. İşte bu olayların hepsine metabolizma denir. Bütün bu olaylardan metabolik enzimler sorumludur çünkü her bir metabolik işlem, metabolik enzimler tarafından meydana gelir.
Vücudun yanlızca %0’1’lik bir kısmını oluşturan üreme hücreleri dışında insan vücudundaki tüm hücreler her 12 yılda bir tamamen yenilenir. Bu sizin artık 12 yıl önceki insan olmadığınız anlamına geliyor. Karaciğeriniz artık aynı karaciğer değil, mideniz, böbreğiniz, kalbiniz aynı değil, damarlarınız ve damarlarınızdan akan kan da aynı değil. Organlarınızın tamamı yenilenen hücre ve moleküller sayesinde değişti.
Bu değişimin olabilmesi için bedende sürekli bir inşaya ihtiyaç vardır. İşte bu inşanın görevlileri metabolik enzimlerdir. Metabolik enzimler sindirilmiş 45 temel besini alırlar ve kaslara, sinirlere, darmarlara, kana ve organlara dönüştürürler.
Bu enzimler tüm yaşam boyunca hiç durmaksın aynı işlemleri tekrar ederler. Ancak canlı cansız herşey gibi onların da belli bir ömürleri vardır. Biz yaşadıkça bu enzimlerde git gide azalırlar. Bu metabolik enzimlerin vücutta azalmalarının ve görevlerini eskisi gibi yapamamalarının bir adı vardır; YAŞLILIK.
Yaşlılık aslında bir insanın ne kadar uzun yaşadığı ile ilgili değildir. Yaşlılık bir insanın dokularının bir arada olup olmaması ile ilgilidir. Bu dokular da, her hücrenin metabolizması da hücrede bulunan enzim miktarına bağlıdır. Enzimler ne kadar fazla ve ne kadar işlevsel ise, insanın metabolizması yani kendisi de o kadar gençtir.
İnsan ne kadar sağlıklı beslenirse beslensin, ne kadar vitamin ya da gençleştirici ilaçlara sarılırsa sarılsın, bunlar etkili ve faydalı olmakla birlikte, hücrelerin bir düzen içerisinde ölmelerinin ve yenilenemeyen organların artık işlevlerini kaybetmelerinin önüne geçemezler. Yaşlılık kaçınılmazdır ve bedeniniz yavaş yavaş sizi terk edecektir.
Enzimler insanın yaşamını sürdürmesine vesile olan yapıştaşlarıdır ama unutmamak gerekir ki enzimler ne akla, ne de şuura sahip olmayan birer proteindir. Metabolizma diye anlattığımızda bu proteinlerin işleyişidir. Ancak yaşamımız şuursuz varlıkların elinde değildir. İnsanla birlikte insana ait bütün sistemleri yaratan Allah’tır ve bu sistemler an an Allah’ın ilhamıyla çalışırlar. İnsan bedeni, hücre, enzim, metabolizma tamamı Allah’ın kontrolündedir. Yaşamımız ancak Allah’ın elindedir. Bize can veren Allah’tır, dilediğinde bu canı alacak olan da Allah’tır.



       VÜCUTTAKİ KUSURSUZ UYARI SİNYALLERİ

İnsan, üzerinde sürekli cildiyle temas halinde olan giysilerle muhataptır. Ama onları her an hissetmez. Gece yatarken üzerine çektiği yorganın, koluna taktığı saatin ya da oturduğu koltuğun kendisiyle temas halinde olduğunu da sürekli olarak algılamamaktadır. Bunun önemli bir sebebi vardır. İnsan derisindeki alıcılar belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdururlar. İnsan cildi, kendisiyle temas halinde olan maddeye karşı alışkanlık kazanır ve onunla ilgili his sinyallerini zamanla iletmemeye başlar.
Bu, harika bir sistem ve mükemmel bir detaydır. İnsan, çoğu zaman böyle bir detayın farkında bile değildir ama, rahatlık içinde yaşaması bu mükemmel sistemin kusursuz şekilde çalışması ile mümkün olur.
Vücuttaki bu "alışma" mekanizması olmasaydı giyinmek gibi sıradan bir olay insan için büyük bir sıkıntı haline gelirdi. İnsanın üzerindeki giysileri sürekli olarak hissetmesi bir eziyete dönüşür, ayrıca dokunduğu diğer şeylerden gelen sinyalleri almakta da güçlük çekerdi. Dikkati sürekli, giydiği çorabın bileğini ne kadar sarıp sıktığını, saatin sürekli bileğinde hareket ettiğini düşünmek gibi konularda olabilirdi. Bu nedenle kişi rahat uyuyamaz, dinlenemezdi. Hayatı bu sıkıntı verici detaylardan dolayı oldukça zorlaşırdı.
Hissetmenin bir nimet olması gibi, hissin zamanla kaybolması da insana sunulmuş büyük bir nimettir. Tek bir detay, bir insan yaşamını kolaylaştırmakta, onun rahat yaşamasına vesile olmaktadır. Evrimcilerin hayali mekanizmalarının, bir insan bedeninin ne zaman hissetmesi, ne zaman hisse alışması gerektiğini belirleyecek bir bilinci yoktur. Bu nimeti insana sunan, varlığı tüm varlıkların bütün ihtiyaçlarına yeten, Kafi olan Yüce Allah'tır.

"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O'na yalvarmaktasınız." (Nahl Suresi, 53)


FARKLI IRKLARIN VARLIĞI YARATILIŞ DELİLİDİR

Farklı ırkların varlığı bazı evrim taraftarları tarafından evrim teorisine delilmiş gibi gösterilmeye çalışılır. Ancak bu tür iddiaların altında yatan problem, genetik bilimi hakkındaki bilgi eksikliği ya da genetik kuralların göz ardı edilmesidir. Çünkü bilimsel olarak da kanıtlanmıştır ki insan ırklarının zengin çeşitliliği evrimcilerin iddia ettiğinin aksine, Allah’ın insanı bir anda yoktan var ettiğini gösteren yaratılış delillerinden biridir.
Farklı ırkların varlığının sözde evrime delil olduğunu savunanların öne sürdükleri tez, “eğer canlılık İlahi kaynaklarda yer aldığı gibi, tek bir erkek ve kadınla başlamışsa birbirinden farklı ırkların nasıl meydana çıkmış olabileceği” sorusuna dayanır. Diğer bir ifadeyle, “Hz. Adem ve Hz. Havva’nın boy, ten ve diğer fiziksel özellikleri toplamda yalnızca iki kişiyi kapsadığına göre her biri farklı özelliklere sahip olan ırklar nasıl ortaya çıktı?” demektedirler.
Bugün yeryüzündeki insanlar arasında var olan ırk çeşitliliğinin nedenini anlamak için önce bu soruyla yakından ilgili olan “varyasyon” konusu hakkında genel bir bilgi sahibi olmak gerekir.  Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve “çeşitlenme” anlamına gelir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların, birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Varyasyonların kaynağı ise o türün içindeki bireylerin sahip olduğu genetik bilgidir. Bu bireylerin aralarındaki eşleşmeler sonucunda bu genetik bilgi yeni nesillerde değişik kombinasyonlarda bir araya gelir. Anne ve babanın kromozomları arasında genetik madde alışverişi olur. Böylece genler birbiriyle karışır. Bunun sonucu da bu bireyin fiziksel özelliklerinde bir çeşitlenme meydana gelmesidir.
İnsan ırkları ve insanlar arasındaki birbirinden farklı fiziksel özellikler de insan türüne ait ‘varyasyonlar’dır. Yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.
Varyasyon potansiyelini anlamak için, sarışın ve mavi gözlü bireylere sahip bir toplum ile esmer ve siyah gözlü bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumu ele alalım. Her iki toplumun zaman içinde birbirine karışmaları ve aralarında evlilikler yapmaları sonucunda, ortaya esmer ve mavi gözlü yeni nesillerin çıktığı görülecektir. Yani her iki toplumun belli fiziksel özellikleri yeni nesillerde birbiriyle eşleşerek farklı görünümlü bireyler ortaya çıkacaktır. Diğer fiziksel özelliklerin de birbirleriyle karıştıkları düşünüldüğünde ortaya çok büyük bir çeşitlenmenin çıkacağı açıktır.
Fiziksel özelliği belirleyen iki gen vardır. Bunlardan biri çekinik, diğeri baskın ya da her ikisi de eşit derecede baskın olabilir. Örneğin kişinin göz rengini belirleyen iki gen vardır. Bunlardan biri anneden diğeri ise babadan gelir. Baskın olan gen hangisi ise çocuğun göz rengi o gen tarafından kontrol edilir. Çoğunlukla koyu renkler açık renklere baskındır. Buna göre, bir kişide yeşil ve siyah göz renklerine ait genler varsa o kişinin gözü, siyah renk geni daha baskın olduğundan siyah olur. Fakat çekinik olan yeşil renk daha sonraki nesillere aktarılarak ileriki bir jenerasyonda ortaya çıkabilir. Yani annesi ve babası siyah gözlü olan bir çocuğun gözü yeşil olabilir. Çünkü bu renk genleri anne ve babada çekinik olarak bulunmaktadır.
Bu kural diğer bütün fiziksel özellikler ve bunları belirleyen genler için de geçerlidir. Kulak, burun, ağız şekli, boy uzunluğu, kemik yapısı, uzuvların ve organların yapısı, şekli, özellikleri, vs. gibi yüzlerce hatta binlerce özellik bu şekilde kontrol edilir. İşte bu özellik nedeniyle, genetik yapıda yer alan sayısız bilgi o bireyin dış görünümüne yansımadan sonraki nesillere aktarılabilir.
Yani farklı ırkların varlığı, insanın genlerinde var olan zengin çeşitlilik nedeniyledir. İlk insan olan Hz. Adem ve eşi de genetik yapılarındaki zengin bilgiyi, kendi dış görünümlerine bunların ancak bir kısmının yansımasına rağmen, sonraki nesillere aktarmışlardır. İnsanlık tarihi içinde ortaya çıkan coğrafi izolasyonlar da çeşitli insan gruplarında belirli özelliklerin birikmesine uygun ortam oluşturmuştur. Bu süreç, uzun zaman içinde insan gruplarının kemik yapısı, ten rengi, boy, kafatası hacmi gibi özelliklerinin birbirinden farklılaşması sonucunu getirmiştir. Bu farklılaşma ile ırklar ortaya çıkmıştır.
Görüldüğü gibi insan ırklarının zengin çeşitliliği, modern bilimin ispatladığı bir gerçektir ve Allah’ın insanı bir anda yoktan var ettiğinin delillerindendir. Evrim teorisinin “ırkların varlığı, evrimi kanıtlar” iddiası ise cehaletin bir ürünüdür. Farklı ırkların varlığı, Allah’ın varlığını ve üstün yaratma sanatını göstermektedir. Bir ayette şöyle buyrulur:


“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24) 


VÜCUDUNUZA BİLE HAKİM DEĞİLSİNİZ

    
    Daha önce kendinize bu soruları hiç sormuş muydunuz?
            Şu an nefes almalı mıyım?
            Kalbimin pompaladığı kan yeterli mi?
            Hangi hücrelerimin, hangi organlarımın ne kadar miktarda enerjiye ihtiyacı var?
            Midem, yediğim yiyecekleri ne zaman öğütmeye başlamalı?
            Gözüme giren ışık ayarı tam gerektiği gibi mi?
            Kolumu hareket ettirmek için hangi kaslarımı oynatsam?
            Bu sorular kulağa garip geliyor değil mi? Çünkü hiçbir zaman biz kendimize bu soruları sormayız, hatta çoğumuz bu işlemlerin her an yapılmakta olduğundan haberdar bile değildir. Vücudumuz tüm bu işleri otomatik olarak yapar.
  Peki bunların hepsini sadece bir-iki saniye için sizin kontrol etmeniz gerekseydi neler olurdu? Elbette bunların tümünü aynı anda kontrol etmemiz mümkün değildir. Hiçbir insan ne kendi vücudundaki işlemleri ne de başka insanların vücutlarındaki işlemleri kontrol edemez. Ancak Allah'ın kusursuz yaratışı sayesinde beyin ve vücudumuzun diğer bölümleri işbirliği içinde tüm bunları, biz hiçbir şey yapmadan hallederler.
  İnsanlar vücutlarındaki birtakım hayati fonksiyonların uyurken ne olacağı, nasıl yerine getirileceği konusunda hiçbir endişe yaşamaz, hatta bunu düşünmezler bile. Çünkü bu sistemlerin kusursuzca işleyeceğinden son derece emindirler. Gerçekten de Allah'ın rahmeti sayesinde insan uyurken de vücudundaki tüm sistemler sessiz sedasız görevlerini yerine getirmeye devam ederler. Oysa bu sistemlerden sadece birinin bile birkaç saniyeliğine durması kolaylıkla hayatımıza mal olacak sonuçlar doğurabilir. Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz'in dilemesiyle uyku anında da insan nefes almakta, kalbi çalışmakta ve beyni faaliyetlerine devam etmektedir.
Sabahları uyandığınızda, vücudunuzda yaşamınız için gerekli olan her detayın eksiksiz olarak çalıştığına şahit olursunuz. Rahatlıkla nefes alabilir, gözlerinizi açtığınızda hiçbir çaba harcamadan ve vakit geçmesini beklemeden rengarenk bir dünya görürsünüz.
Sesleri her zaman aynı netlikte duyabilir, rahatlıkla koku alabilir, yemek yiyebilirsiniz. Yediğiniz yemeklerdeki vitaminlerin vücudunuzda nereye gidecekleri, sayısız mikrop ve virüsle vücudun nasıl savaşması gerektiği, bir eşyayı görmek için beyninizde görüntünün nasıl oluşması gerektiği gibi detaylar üzerinde asla düşünmek zorunda kalmazsınız.
Hiç zorluk çekmeden bir gün, bir yıl hatta yıllarca önce neler yaptığınızı hatırlayabilir, bütün bunları hafızanızda tutabilirsiniz. En önemlisi bu kadar hassas dengeler üzerinde çalışan bir bedene sahip olmanıza rağmen sağlıklı ve zinde olursunuz. Çünkü insan her an Allah'ın kontrolünde olan bir sisteme bağımlıdır. İşte bu yüzden insan Rabbimiz'in kendisine bağışladığı bu eksiksiz sistemler ve verdiği nimetler hakkında düşünmelidir.
Allah sizin haberiniz bile olmadan içinizde muhteşem bir emir-komuta sistemi oluşturmuştur ve yine sizin bilginiz dışında içinizdeki herşeyi kontrol altında tutmaktadır. Bu sistemde sizin hiçbir söz hakkınız yoktur. Örneğin vücudunuzun büyümesi. Siz ne kadar isteseniz de boyunuzu olduğundan fazla uzatamazsınız. Ne yaparsanız yapın içinizdeki hücrelere "bölünün, çoğalın ve beni büyütün" gibi bir emir veremezsiniz. Ancak hücreler, sizin için belirlenmiş olan boyu ve vücut şeklini bilirler ve o belirli şekle ulaşıncaya kadar çoğalarak vücudu büyütürler. Sonra da tam gerektiği anda büyümeyi durdururlar. İşte bu kontrol Allah'ın insanlara büyük bir lütfudur.
Vitaminler, protein ya da çeşitli mineraller bulunan bir yiyecek yediğinizde, o yiyeceğin nasıl vücudunuza yararlı hale geleceğini düşünmezsiniz. Vitamin ya da proteinleri kimin ayrıştırıp, ilgili organa ulaştıracağını, kanınıza ne oranda karışacağını ne kadarının sizin için fazla ya da az olduğunu hiç aklınıza getirmezsiniz. Siz iyi bir besin alıyorum düşüncesindeyken vücudunuz, bu besini "iyi" hale çevirebilmek için hiç düşünemeyeceğiniz kadar detaylı işlemler yapar. Bedenimiz Rabbimiz'in ilhamıyla tüm bu zorlu işleri bizim yerimize yapar. Her besindeki yararlı ve zararlı maddeleri ayırır, kullanıma geçirir, gereksiz olanlarını da vücut dışına atar. Tüm bunlar Allah'ın insanlara olan sevgisinin çok önemli işaretlerindendir. Rabbimiz bizim üzerimize böyle önemli ve hayati sorumlulukları yüklemeyerek şefkat ve merhametini göstermiştir.
 Eğer insan kendi vücudunu kontrol etmek zorunda olsaydı bunu başarması asla mümkün olmayacaktı. Ya da bu kontrol insana ait olsaydı, insanın yaşamını sürdürmesi kesinlikle mümkün olmayacaktı. Ancak Rabbimiz insan vücudunun ve dünya üzerindeki tüm varlıkların, tüm hücrelerini aynı anda kusursuzca yaratmakta, yaşatmakta ve kontrol etmektedir.
İnsanın her an Allah’ın hakimiyeti ve kontrolü altında olduğunu anlaması için birkaç dakika samimi bir şekilde, yaşamını sürdürmesi için gereken herşeyi -en ince ayrıntısına kadar- kendisinin yapmak ve kontrol etmek zorunda kaldığını düşünmesi yeterli olacaktır.
Örneğin şu anda bedenimizin içinde neler olup bittiğini bile bilmiyor ve bunlarla ilgilenme gereği duymuyoruz. Ama tüm organlarımız düzenli ve birbirleriyle uyumlu bir biçimde sürekli çalışıyor. Kendi başımıza kaldığımıza göre ilk olarak yaşamımızı sürdürebilmemiz için düzenli bir şekilde oksijen almamız, düzenli bir şekilde kalbimizin atmasını, kan dolaşımımızı sağlamamız, mide asidini dengede tutmamız, sindirimimizi gerçekleştirmemiz ve bunun gibi milyonlarca işlemi kontrolümüz altına almamız gerekir.
Vücudumuzun içinde gerçekleşen olayları kontrol altına aldığımızı -her ne kadar imkansız olsa da- düşünelim. Örneğim uyuduğumuzda bu işleri bizim yerimize kim devam ettirecek? Nitekim, uyurken de bütün organlarımızın çalışmaya devam etmesi gerekmektedir. Sadece kalbimizin birkaç dakika kontrolümüz dışında kalarak, durması bile hayatımızın sona ermesi için yeterlidir; ancak aynı zamanda uyumamız gerektiği de diğer önemli bir gerçektir. Kalp, kişinin yaşam süresi boyunca durmaksızın atar, ancak insan bunu sağlamak için hiçbir şey yapmak zorunda değildir. İnsan sadece kalbinin her saniye atması için ona gereken emri verme görevini üstlenmiş olsaydı bile, hayatı çok zorlaşırdı; uyuyamaz, yemek yiyemez, neredeyse bundan başka hiçbir iş yapamayacak hale gelirdi. Oysa Allah, yaşamının ilk gününden itibaren her insanın kalbine ölene dek çalışması emrini vermektedir. Böylece kalp, insanın ömrü boyunca, bir an bile durmaksızın, Allah'ın kontrolünde çalışmaya devam etmektedir. Kendi başımıza kaldığımızda yapmamız gerekenler bu kadarla da sınırlı değildir. Çünkü yaşamamızı sağlayan dış etkenleri de, artık bizim temin etmemiz gerekir.
Her insanın bedeni, ölene kadar, Allah'ın yarattığı kusursuz sistem sayesinde korunur. İnsanın kendisine ait olduğunu iddia ettiği bedeni üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur. İnsana, tüm hücrelerine varıncaya kadar hakim olan yalnızca Yüce Rabbimiz'dir. Büyük bir hızla akan kanı, kalbin pompaladığı kan miktarını, kanın pıhtılaşma süresini, solunum, sindirim, savunma, sinir sistemini ve burada saymadığımız pek çok sistemi insan kendi başına kontrol ve idare edemez. İnsan herşeyiyle Allah'a muhtaçtır. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirir:

"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır. Hamid (övülmeye layık) olandır." (Fatır Suresi, 15)

Vücudumuz bizim için bir nimet olarak 24 saat boyunca hiç durmadan çalışmaktadır. Ancak unutmayın! Tümü sadece sizin bedeninizde değil, annenizin, babanızın, kız ya da erkek kardeşinizin, çocuklarınızın, eşinizin, akrabalarınızın, komşularınızın kısacası çevrenizdeki ve dünyadaki bütün insanların vücudunda da gerçekleşmektedir. Geçmişte yaşamış olan insanların vücutlarında da bu sistemler eksiksiz olarak vardı. Gelecekte yaşayanlarda da Allah'ın izniyle olacak.
Gayet açıktır ki, kendi bedenimiz bile kontrolümüz altında değilken, bizim dışımızdaki dünyayı ve evreni içine alan sonsuz sayıdaki ince ayar ve denge üzerine kurulu olan sisteme müdahale etmemiz sadece hayal gücümüzün genişliğini göstermekten ibaret kalacaktır. Bunları düşünüp de kendi bedeni dahil, hiçbir varlığı kontrol etmesinin mümkün olmadığını kavrayan her insan, kendi başına olmadığını, herşeyi Allah'ın kontrol ettiğini, kainattaki canlı-cansız her varlığın Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğini anlayacaktır. 

    
                  
            TOHUM MUCİZESİ

Tesadüf iddialarına en ufak bir ihtimal bırakmayacak kadar büyük bir estetiğe ve olağanüstü komplekslikteki sistemlere ve benzersiz faydalara sahip olan bitkilerin her biri, sonsuz güç sahibi Allah'ın yaratışındaki harikaları göstermektedir. Bu gerçek küçük bir tohum tanesi için de, bu tohum tanesinin içinde saklı bilgilerle büyüyen metrelerce yükseklikteki bir ağaç için de geçerlidir.
Allah, tüm bu güzelliklerin kör ve şuursuz süreçlerin eseri olduğunu iddia edenlere Kuran'da şöyle seslenmektedir:

Yere gelince, onu da (yaratılmış bütün) varlıklar için alçalttı-koydu. Onda meyveler ve salkımlı hurmalıklar var. Yapraklı taneler ve güzel kokulu bitkiler. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman Suresi, 10-13)
Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık… (Vakıa Suresi, 63-65)

Toprağa bırakılan tohumlardaki bilgiler, bir süre sonra bir zambak, bir söğüt ağacı, bir menekşe veya metrelerce uzunluktaki bir meşe ağacına dönüşür. Her tohumdan farklı tatlarda, kokularda, renk ve boyutlarda bitkiler çıkar. Bu kadar olağanüstü bilginin bu tohumlara tesadüfen yerleştiğini düşünmek, insan aklıyla alay etmektir. Kapkara toprağın, minicik bir tohumla birleşerek, bu tohumun içinden rengarenk çiçekleri, mis kokulu, esanslı meyveleri çıkarması Yüce Rabbimizin yaratışındaki mucizelerden sadece biridir.

Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik. (Hicr Suresi, 19)

Bitkiler, sayılarının arttığı bölgelerde bir süre sonra çoğalmayı durdururlar. Evrimcilerin iddialarının tam tersine -güçlü olanın korunması, zayıf olanın yok olması gerekirken- bitkiler yaşamak için mücadele etmeye girişmezler. Çevrelerindeki bitki örtüsünün yoğunluğunu adeta hisseder ve nüfuslarını kontrol altında tutarlar. Bu kontrolü sağlamak için de daha az tohum üretmeye başlarlar. Tehlike ortadan kalkıp üreme ihtiyacı doğduğunda ise yeniden ürettikleri tohum miktarını artırırlar.
 "Bitki aleminin tarihinde yüksek seviyeli bitkilerin açıkça aniden ve birdenbire gelişimleri kadar bana daha olağanüstü gelen bir olay yoktur." (Francis Darwin, Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları, 1887, sf. 248)
Yeryüzündeki saymakla bitiremeyeceğimiz çeşitlilikteki bitkiler, milyonlarca yıldır ne zaman, ne yapmaları gerektiğini tohumlarında saklı program sayesinde bilmekte ve unutmadan, yanılmadan bu programı uygulamaktadırlar. Hiçbir zaman bir kiraz çekirdeğinden şeftali ağacı çıkmamış, limon ağacına ait bir tohumdan çilek gelişmemiştir. Beyni, gözü, aklı olmayan bir tahta parçasının böylesine kusursuz işleyen bir programı kendi kendisine uyguluyor olması elbette ki imkansızdır. Milyonlarca yıldır kusursuzca devam eden bu sistemin tesadüflerin başarısı olduğunu düşünmek ise akıl sahibi herkesin gülünç bulacağı bir hayaldir. Bitkileri yaratan Allah'tır.
"Bir meşe palamutu ayçiçeğine değil de meşe ağacına dönüşmesi gerektiğini nasıl biliyor?... Yaklaşık 40 yıl önce biyologlar canlı organizmalarda bilginin önemli bir rol oynadığını öğrenmeye başladıklarında biyoloji bilimi de çok önemli bir mesafe almış oldu. Organizmada ona nasıl işlev görmesi, nasıl büyümesi, nasıl yaşaması ve nasıl üremesi gerektiğini söyleyen bilginin yerini keşfettik. Bilgi bitkinin içerisinde olduğu gibi tohumun içerisinde de mevcuttur. Tavuğun içerisinde olduğu gibi yumurtanın içerisinde de mevcuttur. Yumurta bilgiyi tavuğa geçirir, tavuk yumurtaya, bu böyle sürer gider." (Dr. Lee Spetner, Not By Chance, Shattering The Modern Theory of Evolution, sf. 23)
Yeryüzündeki tüm bitkiler kendileri için en uygun yapılara sahiptirler. Örneğin hindistan cevizi tohumları uzun süre suda kalırlar, bu nedenle kabukları oldukça kalındır ve kabuklarını sudan koruyan özel bir yapıları vardır. Bu sayede suda uzun süre yolculuk edebilirler. Bu yolculukları sırasında normalden daha fazla besine ihtiyaç duyarlar ki hindistancevizi tohumunun içinde de tam gerektiği kadar besin saklıdır. Ayrıca hindistancevizi tohumu suda açılmaz, karaya geldiğini anlar ve tam o anda açılır.
Tüm bunları, şuursuz atomların tesadüfen hesapladığını iddia etmek mümkün değildir. Bu tasarımda bilinçli ve üstün bir Akıl Sahibinin yaratışı olduğu açık bir gerçektir. Bu, Allah'ın üstün yaratmasının tüm evrendeki örneklerinden yalnızca bir tanesidir.

Görmedin mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz Allah, lütfedicidir, her şeyden haberdardır. (Hac Suresi, 63)
"Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık."
"Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın… (Taha Suresi, 53-54)


 HİÇ KİMSE TEK BİR BEZELYE TANESİ BİLE MEYDANA GETİREMEZ

Dünyanın en ünlü bilim adamlarını -hatta geçmişte yaşamış tüm bilim adamlarını- biraraya toplasınlar, dünyanın en gelişmiş ve en yeni teknoloji ile donatılmış laboratuvarlarını kullansınlar, ileri teknolojinin olabilecek tüm imkanlarını bunun için seferber etsinler ve bu iş için yıllarca çaba sarf etsinler… Ne yaparlarsa yapsınlar, değil tek bir bezelye tanesini, bezelyeyi oluşturan tek bir hücreyi dahi oluşturmaları mümkün değildir. Hiç kimse yoktan yaratma gücüne sahip değildir. Herşeyi yoktan yaratan Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

…Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)

                                                 

     BİTKİ MUCİZESİ

Bitkiler yeryüzündeki ekolojik dengenin ve canlılığın devamında son derece önemli bir role sahiptir. Bitkilerin varlığı yeryüzündeki canlılığın devamı için vazgeçilmezdir. Bu cümlenin taşıdığı önemin tam olarak kavranabilmesi için şöyle bir soru sormak gerekir: "İnsan yaşamı için en önemli unsurlar nelerdir?" Bu sorunun cevabı olarak akla elbetteki oksijen, su, besin gibi temel ihtiyaç maddeleri gelir. İşte tüm bu temel maddelerin yeryüzündeki dengesini sağlayan en önemli faktör yeşil bitkilerdir. Bundan başka yine yeryüzündeki ısı kontrolünün sağlanması, atmosferdeki gazların dengesinin korunması gibi, sadece insanlar için değil bütün canlılar için son derece büyük önem taşıyan başka dengeler de vardır, ki bütün bu dengeleri sağlayanlar da yine yeşil bitkilerdir.
Yeşil bitkilerin faaliyetleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Bilindiği gibi yeryüzündeki yaşamın ana enerji kaynağı Güneş'tir. Ancak insanlar ve hayvanlar, güneş enerjisini doğrudan kullanamazlar, çünkü bünyelerinde bu enerjiyi olduğu gibi kullanabilecekleri sistemler yoktur. Bu yüzden güneş enerjisi de ancak bitkilerin ürettiği besinler aracılığıyla, kullanılabilir enerji olarak insanlara ve hayvanlara ulaşır. Hücrelerimiz tarafından kullanılan enerji hammaddelerinin tümü, gerçekte bitkiler aracılığıyla bize taşınan güneş enerjisidir. Örneğin çayımızı yudumlarken aslında güneş enerjisi yudumlarız, ekmek yerken dişlerimizin arasında bir miktar güneş enerjisi vardır. Kaslarımızdaki kuvvetse gerçekte güneş enerjisinin farklı formundan başka bir şey değildir. Bitkiler güneş enerjisini bizim için karmaşık işlemler yaparak bünyelerindeki moleküllere depolamışlardır. Hayvanlar için de durum insanlardan farklı değildir. Onlar da bitkilerle beslenir ve bu sayede onların enerji paketleri haline getirerek depoladıkları güneş enerjisini kullanırlar.
Bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretebilmelerini ve diğer canlılardan ayrıcalıklı olmalarını sağlayan ise, hücrelerinde insan ve hayvan hücrelerinden farklı olarak güneş enerjisini doğrudan kullanabilen yapıların bulunmasıdır. Bitki hücreleri bu yapıların yardımıyla, güneşten gelen enerjiyi, insanlar ve hayvanlar tarafından besin yoluyla alınacak enerjiye çevirirler ve formülü yapılarında saklı olan çok özel işlemlerle, besinlere bu enerjiyi depolarlar. Bu özel işlemlerin tümüne birden fotosentez denir.
Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri için gerekli olan mekanizma, daha doğru bir anlatımla minyatür fabrika, bitkilerin yapraklarında bulunur. Gerekli olan mineralleri ve su gibi maddeleri taşıyacak son derece özel bir yapıya sahip olan taşıma sistemi de bitkinin gövdesinde ve köklerinde mevcuttur. Üreme sistemi ise her bitki türü için yine özel olarak tasarlanmıştır.
Bütün bu mekanizmaların her birinin kendi içlerinde kompleks yapıları vardır. Ve  bu mekanizmalar birbirlerine bağlı olarak çalışırlar. Biri olmadan diğerleri fonksiyonlarını yerine getiremezler. Örnek olarak sadece taşıma sistemi olmayan bir bitkiyi ele alalım. Böyle bir bitkinin fotosentez yapması imkansızdır. Çünkü fotosentez yapması için gerekli olan suyu taşıyacak kanalları yoktur. Bitki besin üretmeyi başarmış olsa bile bunu gövdenin diğer bölümlerine taşıyamayacağından bir işe yaramayacak, bir süre sonra ölecektir.
Bu örnekte olduğu gibi bir bitkide bulunan bütün sistemlerin kusursuz bir biçimde işlemesi zorunludur. Oluşacak aksaklıklar ya da mevcut yapıdaki bir eksiklik bitkinin işlevlerini yerine getirememesine neden olacak, bu da bitkinin ölümüyle ve türünün yok olmasıyla sonuçlanacaktır.
Bu yapılar detaya inilerek incelendiğinde, son derece kompleks ve kusursuz bir tasarımın ortaya çıktığı görülecektir. Yeryüzündeki bitki çeşitliliği de göz önüne alınarak değerlendirildiğinde, bitkilerdeki bu olağanüstü yapılar daha da dikkat çekici hale gelecektir.
Bütün bu bitki türlerinin her biri kendi içinde özel tasarımlara ve türlerine özgü sistemlere sahiptirler. Temel olarak hepsinde aynı mükemmel sistemler bulunmakla beraber, üreme sistemleri, savunma mekanizmaları, renk ve desen açısından benzersiz bir çeşitlilik söz konusudur. Bu çeşitlilikte değişmeyen tek şey; bitkilerde kurulu olan genel düzenin işlemesi için bitkideki bütün parçaların (yaprak ve yapraktaki yapılar, kökler, taşıma sistemleri, kabuk, saplar) ve daha pek çok mekanizmanın bir anda ve eksiksiz bir biçimde var olması gerektiği gerçeğidir.
Günümüzde bilimadamları böyle sistemler için "indirgenemez komplekslik" tanımını kullanmaktadırlar. Nasıl ki bir motor herhangi bir dişlisinin eksik olması durumunda çalışamaz hale gelirse, aynı şekilde bitkilerde de tek bir sistemin dahi eksik olması veya sistemin parçalarının görevlerinden birini yerine getirmemesi de bu bitkinin ölümüne neden olur.
İndirgenemez komplekslik özelliği, bitkinin bütün sistemlerinde mevcuttur. Aynı anda bulunması gereken kompleks yapılar ve bu inanılmaz çeşitlilik "bitkilerdeki mükemmel sistemlerin nasıl ortaya çıktığı" sorusunu akla getirmektedir.
Bu sorunun cevabını bulabilmek için yine sorular sorarak düşünelim. Bitkilerdeki mekanizmalardan en önemlisi ve en bilineni olan fotosentez işleminin ve ona bağlı olarak da taşıma sistemlerinin nasıl ortaya çıktığını düşünelim.
Her an her yerde gördüğümüz ağaçlar, çiçekler besin üretebilmek için, fotosentez gibi hala bazı noktaları çözülememiş bir olayı gerçekleştirebilecek kadar mükemmel sistemleri bünyelerinde kendileri oluşturmuş olabilirler mi? Havadaki gazların içinden karbondioksiti (CO2), besin yaparken kullanmak üzere bitkiler mi seçmiştir? Kullanacakları CO2 miktarını kendileri mi belirlemiştir? Fotosentez için ihtiyaç duydukları maddeleri topraktan alabilmeleri için gerekli kök sistemini oluşturan mekanizmayı bitkiler tasarlamış olabilirler mi? Besin taşımada ayrı, su taşımada ayrı özellikte borular olacak şekilde bir taşıma sistemini bitkiler mi meydana getirmişlerdir?
Bu soruları çoğaltabiliriz. Ancak her sorunun cevabı aynı noktaya varacaktır. Bitkilerdeki her ayrıntıda ayrı bir tasarım vardır. Yukarıda bitkilere dair saydığımız tüm özellikler akıl, bilgi, ölçme ve değerlendirme gibi kavramlar gerektirdiğinden bitkiler bu sayılanların hiçbirini kendileri yapamazlar. Dahası, bitkiler böyle bir bilince de sahip değildirler.
Doğadaki bitki çeşitliliği, bitkilerin tesadüflerin eseri olmadığını gösteren delillerden biridir. Her biri birbirinden estetik, hoş kokulu bitkilerin kusursuz sistemlerini ve olağanüstü tasarımını şuursuz atomların tesadüfen oluşturduğunu iddia etmek, büyük bir saçmalıktır. Bu, bir mağazadaki kıyafetlerin, kumaşların, ipliklerin tesadüfen biraraya gelinmesiyle kendi kendine oluştuğunu iddia etmek kadar mantıksızdır.
Ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge itiraf ediyor:
"Aslında tüm biyolojik dünyada gördüğümüz düzen için tek alternatif açıklama özel yaratılıştır." (Niles Eldredge, Time Frames: The Rethinking of Darwinian Evolution and the Theory of Punctuated Equilibria, New York: Simon &Schuster, 1985, s. 29)

  Bitkilerin tesadüfen ortaya çıkmaları mümkün değildir. Tesadüflerle meydana geldiği öne sürülen bir bitki türünden, yine tesadüflerle zaman içinde sayısız çeşitlilikte bitkinin ortaya çıktığı, her türün kendine özgü olan koku, tat, renk gibi özelliklerinin de yine bu tesadüfler sonucu ortaya çıkması mümkün olamaz. Tesadüf iddialarına hiçbir bilimsel kanıt getirilemez. Bir yosunun nasıl olup da bir çileğe ya da bir kavak ağacına veya bir gül ağacına dönüşmesi tesadüflerin oluşturduğu şartların bunları farklılaştırması şeklinde açıklanamaz. Oysa bir bitkinin tek bir hücresi dahi incelendiğinde, zaman içinde küçük değişikliklerle meydana gelemeyecek kadar kompleks bir sistemin olduğu görülecektir. İşte bitkilerdeki bu kompleks sistem ve mekanizmalar tesadüf senaryolarını daha en başından kesin bir biçimde çökertmektedir. Bu durumda ortaya tek bir sonuç çıkar.
Bitkilerdeki her yapı özel olarak planlanmıştır, tasarlanmıştır. Bu da bize bu kusursuz planı yapan üstün bir Aklın olduğunu gösterir. İşte bu üstün aklın sahibi Alemlerin Rabbi olan Allah, kusursuz yaratışının delillerini insanlara göstermektedir. Allah canlılar üzerindeki hakimiyetini ve benzersiz yaratışını bir ayette şöyle bildirmektedir:

Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin Yaratandır... İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 101-102)

Eğer bir insan, bir bitkideki tek bir sistemin, örneğin sadece üreme sisteminin nasıl çalıştığını, neleri kapsadığını, nasıl mucizevi bir olay olduğunu bilirse, evrende rastgele hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceğini daha iyi kavrayacaktır. Bir mucizeye tanık olduğunu ve bunun kendisine bir nimet olarak sunulduğunu fark edecektir. Canlı ya da cansız tüm sistemlerin programlanmış olduklarını keşfedecektir. Tüm varlıkların sahip oldukları her bir molekülün Allah'ın ilhamı ile hareket ettiğini kavrayacaktır. Bunu fark etmek insan için şükür vesilesi olmalıdır. Çünkü bu gerçeğin şuuruna varan bir insan tüm yaşamı boyunca Allah'a dayanır. Allah’a güvenir. Allah’ın kendi için yarattığı kaderine teslim olur. Allah'ın, Kendi sanatının mükemmel örneklerini yaratma sebeplerinden biri budur. Bu sebepler vesilesiyle Allah’ı tanırız ve O’na tevekkül ederek huzurlu yaşarız.

                             

             FOTOSENTEZ MUCİZESİ

Elinize tek bir yaprak alın ve ona dikkatlice bakın. Bu yaprak, müthiş kapsamlı kimyasal işlemler sonucunda "fotosentez" yapar. Bir başka deyişle, insanların günümüzde laboratuvarlarda başaramadıkları bir işlemi saniyeler içinde başarır. Küçük bir yaprağın büyük bir sükunetle gerçekleştirdiği bu kimyasal işlem, insanın yeryüzünde yaşamını sürdürebilmesinin başlıca sebeplerinden biridir.
Bu yaprağın sadece 1 milimetre karesinde 500 bin adet klorofil bulunur. Bir başka deyişle, fotosentez için gerekli olan ve yine insanların hiçbir şekilde laboratuvarlarda elde edemedikleri muhteşem molekül, bu yaprağın içinde milyonlarcadır. Eğer klorofil molekülünü inceleyebilme imkanı olsaydı, daha fazla detay karşımıza çıkardı. Klorofilin içindeki işlemin hızı saniyenin on milyonda biri kadardır. Yani, yapraktaki suya ulaşan ışığın, atomaltı parçacıkları harekete geçirmesi ve onların yörüngelerini değiştirmelerini sağlaması gibi karmaşık bir işlem, her saniye on milyon kere tekrarlanmaktadır. Üstelik bu işlem her klorofil molekülünde ayrı ayrı gerçekleşmektedir.
Bir gün Allah'ın dilemesiyle klorofil molekülleri, söz konusu işlemleri yapmayı durdursalar veya bitkiye ulaşan ışığın dalga boyu fotosentez yapmaya uygun olmasa, yeryüzüne oksijen sağlayabilecek başka bir kaynak bulabilme imkanı yoktur. Bitkiler fotosentez yapmasa, insan ve hayvanların solunumundan dolayı ortaya çıkan aşırı karbondioksiti tekrar oksijene dönüştürecek başka bir yol yoktur. Yeryüzündeki yaşamı sürdürebilmek için bir klorofil molekülünün tesadüflerin eseri olarak meydana gelip havayı temizlemesini ve besin oluşturmasını beklemek kuşkusuz mantıksız olacaktır. Çünkü böylesine karmaşık bir sistemin tesadüflerle oluşması imkansızdır.
Bir bitkinin karbondioksit soluyup oksijen açığa çıkarabilecek üstün bir yeteneğe sahip olması, büyük bir mucizedir. Bu olağanüstü sistem, alemlerin Rabbi olan Allah'ın büyük bir nimeti, hayranlık uyandırıcı bir eseridir.

Güzel şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise kavruktan başkası çıkmaz. İşte Biz, şükreden bir topluluk için ayetleri böyle çeşitli biçimlerde açıklıyoruz. (Araf Suresi, 58)



           SU VE BİTKİLER ARASINDAKİ UYUM

Çimenlerden yüksek ağaçlara ve çeşit çeşit çiçeklere kadar bütün bitkiler topraktan aldıkları suyu ve besinleri en uçtaki dallarına, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün yapraklarına ulaştırabilirler. Ancak taşıma işlemi sadece  bitkilerdeki sistemler sayesinde gerçekleşmez. Bu taşımanın gerçekleşebilmesi için aynı zamanda suyun özelliklerinin de bitkilerin yapısı ile uyumlu olması gerekmektedir.
Suyun genel yapısını inceleyerek bu uyumu görelim.
Yeryüzündeki canlıların varlığını devam ettirebilmesi için mutlaka gerekli olan su, her özelliği ile özel olarak tasarlanıp yaratılmış olduğu açık olan bir maddedir. Suyun önemli özelliklerinden bir tanesi de yüksek yüzey gerilimine sahip olmasıdır. Yüzey gerilimi, sıvıyı oluşturan moleküllerin birbirlerini çekmeleriyle oluşur. Bu sayede bir su kabı, kendi yüksekliğinden biraz daha yüksek bir su kütlesini taşırmadan taşıyabilir. Ya da metal bir iğne suyun üzerine dikkatli bir biçimde yatay olarak konduğunda, batmadan yüzebilir. 
Suyun yüzey gerilimi, bilinen diğer sıvıların hemen hepsinden daha yüksektir ve bunun yeryüzünde çok önemli bazı biyolojik etkileri vardır. Bitkilerdeki etki, bunların başında gelir.
Bitkiler, suyun yüzey gerilimi sayesinde herhangi bir pompaya, kas sistemine vs. sahip olmaksızın toprağın derinliklerindeki suyu metrelerce yukarı taşıyabilirler. Bilindiği gibi, apartmanlarda suyun üst katlara ulaştırılması için son derece komplike bir sistem olan hidrofor sistemi kullanılır. Ancak bitkilerde böyle bir sistem yoktur. Su, bitkinin en uç noktasına kadar yüzey gerilimi sayesinde ulaşır. Bitkilerin köklerindeki ve damarlarındaki kanallar, suyun yüzey geriliminden yararlanacak şekilde tasarlanmışlardır. Yukarı doğru gidildikçe daralan bu kanallar, suyun yukarı doğru "tırmanmasına" neden olur. Eğer suyun yüzey gerilimi diğer sıvıların çoğu gibi düşük düzeyde olsaydı, geniş karasal bitkilerin yaşaması imkansız hale gelirdi. Bu da yeryüzündeki bütün canlıları olumsuz etkilerdi. Ancak hem suyun hem de bitkilerin kusursuz yaratılışı sayesinde böyle problemler ortaya çıkmaz.
Suyun yüksek yüzey gerilimi ile bitkilerin bu özellikten yararlanan yapısı arasındaki uyum Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu göstermektedir. Bütün bunlar tabiatın ve canlıların tesadüfler sonucunda oluşmadığını, Allah tarafından kusursuzca yaratılmış olduğunu gösteren önemli delillerdendir.


                                 
              UZAYDAKİ OLAĞANÜSTÜ DETAYLAR

      Evrende bir yıldız ne kadar büyükse o kadar hızla yanar. Bizi ısıtan ve bize besin ve yaşam sağlayan Güneş, eğer şu an olduğundan on kat daha büyük olsaydı, oluşumundan on milyar yıl sonra değil, on milyon yıl sonra sönecekti ve bizler şu anda burada olamayacaktık. Eğer Güneş'e çok yakın bir yörüngede bulunsaydık, Yerküre üzerindeki her şey buharlaşıp yok olurdu. Çok daha uzak bir yörüngede olsaydık, bu durumda da her yeri buzlar kaplayacaktı.
Güneş, Dünya'ya yaşam sağlayabilmek için en uygun büyüklükte ve Dünya'ya en uygun uzaklıktadır. Dünya eğer Güneş'ten yalnızca %1 oranında uzak ya da ona %5 oranında yakın olsaydı, üzerinde yaşanılamaz bir gezegen olurdu. Söz konusu yüzdeler, evrendeki büyük sayılar dikkate alındığında aslında oldukça küçük mesafe birimleridir. Bunu anlayabilmek için Venüs'ü örnek verebiliriz. Dünya'dan hemen önceki gezegen olan Venüs'e Güneş'in sıcaklığı bizden sadece iki dakika önce ulaşır. Büyüklük ve yapı açısından Venüs Dünya'ya oldukça benzerdir, fakat yörüngesel mesafedeki küçük bir fark, bu iki gezegen arasındaki "yaşam" farkının oluşmasının sebebidir. Bu iki dakikalık farkın sonucunda Venüs'ün yüzey sıcaklığı 4700C'ye ulaşır. Bu sıcaklık, kurşunu bile eritebilecek kadar yüksektir. Yüzeyindeki atmosferik basınç ise Dünya'dakinin 90 katıdır. Böyle bir basınç altında, insan yaşamı mümkün değildir.
Elbette ki Allah, uzayda var olan tüm gezegenler üzerinde yaşam yaratabilirdi. Ancak Allah, yaşamı yalnızca Dünya üzerinde var etmiştir. Bunun için sayısız faktörü hassas dengelere bağımlı kılmıştır. Bunlardan sadece birinin dengesinin bozulması, Dünya üzerindeki yaşamı sona erdirmeye yeterlidir. Dünya üzerindeki yaşam, onun sahip olduğu kusursuz denge ve bunların bağımlı olduğu sebepler, tüm bunları yaratan Allah'ın kontrolü altındadır. Yaratılan her şey gibi üzerinde yaşadığımız Dünya da, Yüce Allah'ın kusursuz sanatına sahiptir.

O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir. (Enam Suresi, 96)


                GÖK CİSİMLERİNİN DAĞILIMI

 Evrendeki bütün gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Örneğin uzayda büyük boşluklar vardır. Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) isimli kitabında gök cisimleri arasında belli uzaklıkların olmasının önemini şöyle açıklar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21)


                   GÜNEŞ SİSTEMİ

  Bulunduğunuz mekandan dışarıya çıktığınızda güneş ışınlarının yüzünüze sizi hiç rahatsız etmeden çarpmasını Güneş Sistemi'ndeki kusursuz düzene borçlusunuz. Bize sadece güzel bir sıcaklıkla aydınlık ileten Güneş, aslında kıpkırmızı gaz bulutlarından oluşan derin bir kuyu gibidir. Kaynayan yüzeyinden milyonlarca kilometre öteye fışkıran dev alev girdaplarından ve dipten yüzeye doğru yükselen dev hortumlardan oluşur. Bunlar canlılar için öldürücüdür. Ancak Güneş'in bütün zararlı, öldürücü ışınları bize ulaşmadan önce atmosfer ve dünyanın manyetik alanı tarafından süzülür. İşte Dünya'nın yaşanabilir bir gezegen olmasını sağlayan, Güneş Sistemi'ndeki kusursuz düzendir.
  Güneş sistemin en önemli unsurları, Güneş'in etrafında dönen gezegenlerdir. Bunlar güneş sistemi varolalı beri dönmektedirler ve bu durum pek çok insana doğal geliyor olabilir. Oysa bu gezegenlerin hepsinin düzenli bir biçimde, yani yörüngelerinden sapmadan dönmeleri, inanılmaz derecede hassas hesapların sonucudur.
            Gezegenlerin yörüngelerinde kalmalarını sağlayan şey, güneşin çekim gücü ile gezegenlerin sahip oldukları merkez-kaç kuvveti arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama başlangıçta eğer güneşin çekim gücü biraz daha fazla olsaydı ya da gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla güneşe doğru çekilirler ve sonunda güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
            Bunun tersi de mümkündür. Eğer başlangıçta güneşin çekim gücü daha az olsaydı ya da gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu sefer de güneşin gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
            Bu arada sözkonusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin güneşe olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının tespit edilmesi lazımdır ki, güneşe yapışmaktan ya da güneşten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.
            Tüm bunlar, sistemin çok hassas bir denge üzerine kurulduğunu gösterir. Ancak hepsi bu kadar da değildir. Hesapları daha da karmaşıklaştıran bir başka faktör daha vardır: Gezegenlerin uyduları. Bu uydular ile bağlı oldukları gezegenler arasındaki ilişki, güneş ile gezegenler arasındaki ilişki gibidir: Gezegenler uydularını çekerler, uydular ise dönüşlerinin verdiği merkez-kaç kuvvetiyle bu çekimi dengelerler. Eğer bu denge kurulmasaydı, uydular gezegenlere yapışır ya da kopar giderlerdi. Örneğin, Ay şu an sahip olduğu dönüş hızından biraz daha yavaş dönse hızla dünyaya çarpar ve böylece dünyanın sonunu getirirdi. Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin onlarca uyduya sahip olduklarını hatırladığımızda ise, var olan dengenin muhteşemliği iyice açığa çıkar.
            Bu inanılmaz denge sisteminin tek bir parçasının dahi "tesadüfen" oluşması, yani bir Yaratıcı'nın düzenlemesi olmadan patlamayla varolması mümkün değildir. Patlamalar düzensiz dağılımlara neden olurlar ve düzensiz dağılımlar içinden de, değil bu denli muhteşem bir sistem, tek bir düzenli sistem bile çıkamaz. Bu, bir kutunun içine atılıp karıştırılan irili ufaklı yüzlerce küçük dişli çarkın tesadüfen birbirlerine uygun biçimde yerleşip ortaya bir saat çıkarmalarından çok daha imkansızdır.
            Güneş sistemindeki düzenliliğin bir başka şaşırtıcı yönü de, gezegenlerin tümünün yörüngelerinin birbirine paralel olmasıdır. Gezegenlerin yörüngeleri tek bir düzlem üzerindedirler. Yani güneş sistemine "yandan" bakılacak olursa, gezegenlerin hepsinin sanki bir ip üzerine dizilmiş gibi paralel oldukları görülür. Buna neden olacak hiçbir fiziksel zorunluluk da yoktur; gezegenlerin yörüngeleri aynı atomun elektronlarının yörüngeleri gibi, güneşin etrafında farklı açılarda dönebilirlerdi. Düzenlilik, çok açıktır.
   Güneş Sistemi'ndeki olağanüstü hassas denge, bu sistemin çok açık bir tasarım gösterdiğini ve Allah'ın tüm evrene olan hakimiyetinin ispatıdır. Allah herşeyi sonsuz ilmiyle yaratır ve düzenler. Allah üstün güç sahibi olandır.



       NASIL BİR DÜNYADA YAŞADIĞINIZIN FARKINDA MISINIZ?

Yalnızca güneş sistemi değil, bu sistemin yegane canlı gezegeni olan Dünya da çok hassas dengeler üzerine oturtulmuş, üstelik bu dengeler özel olarak insanoğlu için ayarlanmıştır.
Evrenin oluşumundan içinde işleyen sistemlerin ve barındırdığı varlıkların arasındaki kusursuz denge ve ahenge kadar incelenen her konu, evrenin kesinlikle tesadüf eseri olamayacağını ortaya koymaktadır.
Evrende müthiş bir ahenk, düzen ve denge vardır. Bu dengelerin herhangi birisindeki milimetrik bir sapma bile Dünyanın ve Dünyadaki yaşamın son bulması demektir.
Allah’ın yarattığı muazzam dengelerden bazılarına örnek vermek bu durumun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

Yerçekimi;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.

Güneşe uzaklık;
-Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.

Yer kabuğunun kalınlığı;
-Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen tranfer edilirdi.
-Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket olurdu.

Dünyanın Kendi Çevresindeki Dönme Hızı;
-Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
-Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.

Ay ile Dünya Arasındaki Çekim Etkisi;
-Eğer daha fazla olsaydı: Ayın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, dünyanın kendi eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu.

Ay ile Dünya Arasındaki Mesafe;
-Eğer biraz daha yakın olsaydı, Ay Dünya'ya çarpardı.
-Eğer biraz daha uzak olsaydı Ay uzayda kaybolur giderdi.
-Eğer biraz daha az yakın olsaydı, Ay'ın Dünya üzerinde meydana getirdiği gel-gitler tehlikeli boyutlarda büyürdü. Okyanus dalgaları, kıtaların alçak yerlerini kaplardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan sürtünme okyanusların ısısını artırır ve Dünya'da yaşam için gerekli olan hassas ısı dengesi yok olurdu.
-Eğer biraz daha az uzakta olsaydı, gelgit olayları azalırdı ve bu da okyanusların daha hareketsiz olmasına neden olurdu. Durgun su denizdeki hayatı tehlikeye sokar, bununla birlikte soluduğumuz havadaki oksijen oranı tehlikeye girerdi.

Dünyanın Manyetik Alanı;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve güneşten fırlatılan zararlı partiküllere karşı dünyanın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.

Albedo Etkisi (Yeryüzünden Yansıyan Güneş Işığının, Yeryüzüne Ulaşan
Güneş Işığına Oranı)

-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden olur, dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra kavrulurdu.

Atmosferdeki Oksijen ve Azot Oranı:
-Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.

Atmosferdeki Karbondioksit ve Su Oranı:
-Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.

Ozon Tabakasının Kalınlığı
-Eğer daha fazla olsaydı:Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer daha az olsaydı:Yeryüzü aşırı ısınır, güneşten gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı.

Sismik (Deprem) Hareketleri
-Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün dünya canlıları olumsuz etkilenirdi.

Atmosferdeki Oksijen Oranı
-Eğer daha fazla olsaydı: Bitkiler ve hidrokarbonlar tahrip olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Diğer canlıların solunum yapması zorlaşırdı.

Burada sayılanlar Dünya'da yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece birkaçıdır. Yalnızca burada sayılanlar bile evrenin ve Dünya'nın tesadüfler sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir.
İşte tüm bu dengeleri, "bunlar nasıl kuruldu" ya da "hangi irade evreni insan yaşamına uygun olarak düzenledi" sorularıyla incelediğimizde, bunların Allah'ın yaratışının çok açık birer delili olduğunu görebiliriz. Allah, evreni büyük bir akıl ve güçle yaratmış ve dünyayı da insanın yaşamı için özel olarak hazırlamıştır. Pek çok insan bundan habersiz bir hayat sürer, ama gerçek budur. İşte bu nedenle Allah, kitabında şöyle buyurur:

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler. (Mümin Suresi, 57)

Bir başka ayette ise Allah'ın evrendeki gücü şöyle haber verilir:

(Allah) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar; güneşi ve ayı emre amade kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte bunları yaratıp düzene koyan Allah sizin Rabbinizdir; mülk O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, ‘bir çekirdeğin incecik zarına' bile malik olamazlar. (Fatır Suresi, 13)

Evrendeki mükemmel düzeni, canlılığın varoluşunun tesadüfi mekanizmalarla meydana geldiğini öne süren evrim teorisinin mimarı Charles Darwin'i dahi, evrenin yaratılışında tesadüflerin yeri olamayacağını itiraf etmek durumunda bırakmıştır. Darwin'in bu itirafı şöyledir:
"Bu muazzam ve harikulade evreni, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dahil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkansızdır." (Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Tur Yayınları, İstanbul 1980, s. 289)
Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah'tır. Allah'ın bu kusursuz yaratışı ayetlerde şöyle anlatılmaktadır:

"Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip-oturttu; size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere." (Naziat Suresi, 27-33)

Bilim dünyasında "İnsani İlke" olarak adlandırılan kavram büyük kabul görmektedir. İnsani İlke, evrenin, amaçsız, başıboş, tesadüfi bir madde yığını olmadığı, aksine insan yaşamını gözeten bir amaca göre hassas bir biçimde tasarlandığı anlamına gelmektedir. 
Evren hakkında yaptığımız her türlü inceleme, bizlere bu evrende tesadüflere asla yer olmadığını, tam tersine insan yaşamını gözeten olağanüstü bir yaratılışın olduğunu gösterir. Evrenin her detayında gizli olan bir yaratılış, aynı zamanda evrenin her detayına hakim olan sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varlığının ispatıdır.


        YAŞAMIN VARLIĞININ SEBEBİ OLAN DETAYLARDAN BİRİ: DÜNYA'NIN BÜYÜKLÜĞÜ

İnsan, ayağa kalkıp yürümeye başladığında, üzerinde ne yukarı ne de yere doğru bir basınç hissetmez. Oturmak, yürümek, koşmak son derece olağan işlerdendir. Oysa ayağa kalkıp yürüdüğünde, hatta koltuğunda rahat otururken bile oldukça güçlü yerçekimi kuvvetine karşı direnç gösterir. Bu kuvvet öylesine kararında bir orana sahiptir ki, insan, günlük hayatında gösterdiği bu direncin farkında bile değildir.
Bunun en önemli sebebi Dünya'nın büyüklüğüdür. Dünya eğer biraz daha küçük olsaydı yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosfer Dünya çevresinde tutunamayacak, dağılıp gidecekti. Biz de tıpkı atmosfer gibi yeryüzünde bir türlü sabit duramayacaktık. Eğer Dünya daha büyük olsaydı, bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutan atmosfer öldürücü hale gelecekti. Bizler, bu zehirli gazlardan korunmayı başarsak bile, oturduğumuz yerde ağırlaşacak ve hareket edemeyecektik.
Ancak böyle bir sorun hiçbir zaman söz konusu değildir. Çünkü Dünya'nın büyüklüğü, üzerinde bizim yaşayabilmemize olanak verecek şekilde oldukça özel belirlenmiş bir orana sahiptir.
İnsanın yaşayabilmesi için bir araya gelen sebepler, öylesine büyük bir hassasiyete sahiptir ki, bunlardan bir tanesinin bile tesadüfen meydana gelmiş olması mümkün değildir. Bilim adamları Dünya'daki yaşama elveren şartların oluşma ihtimalini hesap etmişler ve bunun 10 üzeri 123 (10123)'te bir ihtimal olduğunu belirlemişlerdir. Bu rakam, 10'un yanına 123 sıfırın gelmesiyle oluşur ve Dünya'da yaşama elverişli bir ortamın tesadüfen oluşmasının imkansızlığını açıkça ilan eder.
Elbette Allah dilese, yarattığı tüm yıldız ve gezegenleri yaşama elverişli kılabilirdi. Allah dilese, yarattığı insanların ne su içmeye, ne yemek yemeye, ne belli orandaki özel gazları solumaya, ne yerçekimi kuvvetine, ne de Güneş'e ihtiyacı kalmazdı. Her birini ayrı ayrı yaratan Allah, dilese hiçbirini birbirine bağımlı kılmayabilirdi. Ancak sadece yaşam için bile sayısız sebep bir araya gelmiş ve bunlar bizleri hayrete düşüren detaylara sahip olmuşlardır. Bütün bunlar, her şeyi Allah'ın yarattığı ve her an kontrolü altında tuttuğu gerçeğini bir kez daha hatırlatmakta, bizlere Allah'ın Yüce kudretini bir kez daha takdir edip O'na yönelme imkanı vermektedir.

Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)


  DÜNYANIN YOLCULUĞU

Siz şu anda hiçbir sarsılma hissetmiyorsunuz; evinizde, odanızda, yatağınızda, hiçbir yerde sarsılma yok; ama dünyamız uzayda dev kütlesiyle saniyede 30 km. hızla yol alıyor. Şu anda 30 km. yol aldık, derken 60, derken 90 km... Bu sistem öylesine mükemmel ki, siz hala bu müthiş hızı hissetmeden yaşamanızı sürdürebiliyorsunuz.
Eğer Dünya olduğu yerde durup sadece kendi ekseni etrafında dönseydi, yaşamamız mümkün olmayacaktı. Eğer Dünya kendi ekseni etrafında dönmeyip sadece hareket etseydi yaşamamız yine mümkün olmayacaktı. Yaşamın devam edebilmesi için Dünya’nın hem kendi ekseni hem de güneş ekseni etrafında olması gerektiği hızda ve olması gerektiği yönde devamlı olarak dönmesi, bununla birlikte Dünya’nın Ay ile Güneş arasındaki mesafesini devamlı olarak koruması gerekmektedir.
Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 29 km. de bir doğru çizgiden yalnızca 2.8 milimetrelik bir sapma gösterir. Eğer bu sapma 0.3 milimetre az veya 0.3 milimetre daha fazla olsa, yeryüzündeki canlılar donarak veya kavrularak ölürlerdi. Küçük bir bilyenin bile milim şaşmadan aynı yörüngede dönebilmesi neredeyse imkansızken, dev kütlesiyle dünya böyle bir dönüşü gerçekleştirir.
  Dünya'nın Güneş etrafındaki hızı, silahtan çıkan bir merminin hızının yaklaşık 60 katı; yani saatte 108.000 km... Böyle büyük bir hızla hareket edebilen bir araç kullansaydık, dünyanın çevresini 22 dakikada dolaşırdık. Dünyamız güneş etrafında böyle hızla dönerken aynı zamanda güneşle birlikte saniyede 20 km. hızla da Vega yıldızına doğru hareket ediyor.
 Dünyamızın gerçekleştirdiği bu kapsamlı yolculuktan bizim haberimiz bile olmaz. Bu yolculuk bizim hayatımızı olumsuz yönde etkilemez; böyle bir hızda dünyanın yüzeyinde hiçbir canlı kalmaması gerekirken yerçekimi kanunu ve birçok düzen neticesinde dünyada bulunanlar bu seyahati hiç hissetmezler. Eğer insan uzay boşluğunda her an süratli yolculuk yapmış olduğunu biraz derin düşünüp hissetmeye çalışsa bu durumdan heyecan duyacaktır.

Çevremizde gördüğümüz muhteşem düzen, milyarlarla ifade edilen büyüklükteki sistemlerin milimlere bağlı dengelerle korunması sayesinde ortaya çıkar.



                          GÜNEŞİN ÇEKİM GÜCÜ

    Gezegenlerin yörüngelerinde kalmalarını sağlayan şey, güneşin çekim gücü ile gezegenlerin sahip oldukları merkez-kaç kuvveti arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama başlangıçta eğer güneşin çekim gücü biraz daha fazla olsaydı ya da gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla güneşe doğru çekilirler ve sonunda güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.



                GEZEGENLERİN UYDULARI

    Gezegenler uydularını çekerler, uydular ise dönüşlerinin verdiği merkez-kaç kuvvetiyle bu çekimi dengelerler. Eğer bu denge kurulmasaydı, uydular gezegenlere yapışır ya da kopar giderlerdi. Örneğin, Ay şu an sahip olduğu dönüş hızından biraz daha yavaş dönse hızla dünyaya çarpar ve böylece dünyanın sonunu getirirdi. Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin onlarca uyduya sahip olduklarını hatırladığımızda ise, var olan dengenin muhteşemliği iyice açığa çıkar.

        PROTON VE ELEKTRON

    Atom, çekirdeğinde birbiri ile yapışık haldeki proton ve nötronlar ile çekirdeğin çevresinde hızla dönen elektronlardan oluşur. Çekirdek, nötronun yüksüz olması ve protonun artı yüklü olması sebebiyle artı yüklüdür. Elektron ise, protonun taşıdığı artı yük oranında eksi yük taşımaktadır.
     Eğer proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı yüklü hale gelecek ve birbirlerini iteceklerdi. Bunun sonucunda ise insanlar da dahil olmak üzere yeryüzündeki her şey, tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sayısız parçaya ayrılıp yok olacaktı.

   Burada anlatılanlar Dünya'da yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece çok az bir kısmıdır. İnsanın yaşayabilmesi için bir araya gelen sebepler, çok büyük bir hassasiyete sahiptir. Hayatta kalabilmemiz içinMİLYONLARCA DETAYIN AYNI ANDA, ÖLÇÜSÜYLE, ZAMANLAMASIYLA HATASIZ VE EKSİKSİZ OLMASI, BUNLARIN HİÇBİRİNİN HİÇ YORULMADAN ARALIKSIZ BİR ŞEKİLDE ÖMÜR BOYU MÜTHİŞ BİR KOORDİNASYONLA ÇALIŞMASI GEREKMEKTEDİR.



       ATMOSFERİN ÖZEL TASARLANMIŞ YAPISI


Bir canlının Dünya üzerinde yaşayabilmesi için Güneş'e belirli bir uzaklık, belirli aralıklarda ısı, karbon, ozon ve su döngüsü, mikroorganizmaların açığa çıkardığı mineraller, fotosentez, Dünya'nın özel eğimi, yerçekimi kuvveti, atom parçalarını bir arada tutan kuvvetler ve bunun gibi pek çok önemli detay gereklidir. Yeryüzü, bu şartların tümünü bir arada tutacak şekilde korunmuştur. Bu mucizevi gezegeni saran ve tüm bu dengeleri koruyan atmosferi ortadan kaldırsanız, yaşam sona erer.
Nefes almak insanın hayati fonksiyonlarından biridir ama bunu başarabilmesi için en ufak bir çaba göstermesine dahi gerek yoktur. Herşeyden önce insanın nefes alabilmesi için atmosferdeki azot, oksijen ve karbondioksit oranının çok iyi dengelenmiş olması gerekir. Bu dengede ufak değişikliklerin olması insanın ölümüne kadar varan tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Allah bu oranın korunması için sayısız faktörü vesile etmiştir. Güneşten, güneşin ışığını kullanarak fotosentez yapan bitkilere, toprağın içini kaplayan mikroorganizmalara kadar birçok varlık bu oranın korunmasından sorumludur. Yağan yağmurlar, çakan şimşekler, basınç seviyesi, yerin çekirdeğindeki elementlerin oranı ve daha saymakla bitmeyecek kadar çok unsur dolaylı veya dolaysız olarak bu gaz oranının korunması için faaliyet gösterirler. Bunlardan biri olmasa, örneğin gözümüzle bile göremediğimiz mikroorganizmalar faaliyetlerini durdursa; azot çevrimi, karbondioksit çevrimi gibi birçok hayati fonksiyon bir anda durur. Dolayısıyla birbirini hızla etkileyen sistemin programı bir anda bozulur. Ancak etrafınıza baktığınızda göreceğiniz düzen ve dengeden rahatlıkla anlayacağınız gibi böyle bir bozulma milyarlarca yıldır meydana gelmemiştir. Ve bundan sonra da Allah'ın dilediği vakte kadar bu tür bir olay söz konusu olmayacaktır. Çünkü Allah ince ayarlarla dengelenmiş bu sistemleri tek tek her an faaliyet halinde tutmakta ve evrendeki tüm düzen Allah'ın emri ile bu müthiş uyumu korumaktadır.
 Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması, mükemmel bir "geri dönüşüm" sistemi sayesinde gerçekleşir. İnsanlar ve hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir ve karbondioksiti oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Eğer bitkiler de insanlar ve hayvanlarla aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi, Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin, hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede "yanıcı" bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya büyük bir patlamayla yanarak kavrulurdu. Öte yandan, eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen "boğularak" toplu halde ölmeye başlarlardı.
İnsanların Dünya üzerinde yaşamasını sağlayan belli bir ısı ve ışık aralığı vardır. Uzaydaki kavurucu sıcaklıklar, dondurucu soğuklar, öldürücü ışınlar arasından atmosfer bize sadece bizi yaşatacak olan miktarları ulaştırır. Güneş'te meydana gelen tek bir patlamanın açığa çıkardığı enerji oldukça büyüktür. Tek bir patlama, Hiroşima'ya atılanın benzeri olan 100 milyar ton atom bombasının gücüne eşittir. Bu yakıcı etki de atmosfer aracılığıyla Dünya'ya en ideal şekliyle ulaşmaktadır. Eğer Dünya yüzeyine, şu an yeryüzüne ulaşandan biraz daha fazla miktarda kızıl ve mor ötesi ışın, gama ve mikro dalga ışın ulaşsa, tüm canlılar yok olacaklardır.
Yeryüzü milyonlarca yıldır aynı korunmuş tavan ile korunmaktadır. Milyonlarca yıldır, aynı ışınlar yeryüzüne ulaşmakta ve yaşama olanak vermektedir. Bir gün atmosfer, kendi işlevini yerine getiremese, Dünya için, onun yerini tutacak başka bir koruyucu tavan oluşturmak mümkün müdür? İnsanı, hızla kendisine ulaşan öldürücü ışınlardan ve kavurucu sıcaktan koruyacak bir yöntem var mıdır? Kuşkusuz böyle bir şeye ne insanın gücü yetebilir ne de buna güç yetirebilecek bir teknoloji vardır. Böyle bir durum karşısında, tesadüfler sonucu yeni bir atmosfer oluşmasını beklemek mantıklı mıdır?
Elbette bu son derece mantıksızdır. Bu kusursuz eserin kör tesadüflerle oluşmasına akıl ve irade sahibi hiçbir insan elbette ihtimal vermeyecektir. Kaldı ki böyle bir bekleme süresi de olmayacak, yaşam daha ilk anda sona erecektir. Bütün bunlar Dünya atmosferinin insan yaşamı için özel olarak Allah tarafından yaratıldığını göstermektedir. Atmosferin mükemmel yapısı, her an, her hadisede büyüklüğünü gösteren, kuvvet sahibi, Yüce Allah'ın muhteşem bir sanatıdır. Evren başıboş bir mekan değildir. Her detayıyla planlanmış ve üstün güç sahibi olan Allah tarafından yaratılmıştır.

            Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık. Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 31-32)




 HERŞEYE ALIŞKANLIK GÖZÜYLE BAKMAYIN

            İnsan, tam olarak yaşamını sürdürebileceği, açıkça "insan için yaratılmış" bir mekanda hayata başlar. Ama her nedense insan tüm bunları bir alışkanlık perdesinin ardından değerlendirir; onun için tüm bu anlatılanlar "olağan" şeylerdir. Oysa insan içinde bulunduğu durumu sorgulayarak etrafına bakabilirse, alışılmışlığın dışına çıkacak ve düşünmeye başlayacaktır:
            Nasıl oluyor da gökyüzü dünya için koruyucu bir tavan görevi görüyor?
            Nasıl oluyor da insan vücudundaki trilyonlarca hücrenin her biri kendi yapacağı işleri biliyor?
            Nasıl oluyor da yeryüzü üzerinde olağanüstü bir ekolojik denge mevcut?…
            İşte bunlara benzer soruları araştırarak düşünen kişi doğru yolda demektir. Etrafında her an olup bitenlere karşı duyarsız kalmıyor, olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamazlıktan gelmiyor demektir. Sorular sorarak, bunların cevaplarını vererek düşünen kişi bir süre sonra herşeyin bir plan, bir düzen üzere olduğunu fark edecektir.
            Maddenin en küçük parçası olan atomdan içinde milyarlarca yıldızı barındıran galaksilere, dünyanın ayrılmaz bir parçası olan Ay'dan içinde bulunduğu Güneş Sistemi'ne kadar herşey, her detay, müthiş bir uyum içinde çalışmaktadır. Özenle kurulmuş olan bu sistem adeta bir saat gibi hiç aksamadan işlemektedir. Öyle ki insanların tümü, milyarlarca yıldır süregelen bu sistemin hiçbir detay unutulmaksızın işlemeye devam edeceğinden öylesine emindirler ki, 10 yıl sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri bir olayın planını bile rahatlıkla yapabilirler. Hiç kimse ertesi gün güneşin doğup doğmayacağının endişesini taşımaz. İnsanların büyük çoğunluğu, "dünya güneşin çekim alanından aniden çıkar da kapkara uzay boşluğunda bilinmeyene doğru yol alır mı?", "böyle bir şeyin olmasını ne engelliyor?" diye düşünmez.
            Yine insanların çoğu, uykuya dalarken beyinlerinin dinlendiği gibi kalplerinin ya da solunum sistemlerinin de dinlenmeyeceğinden son derece emindirler. Oysa bu iki hayati sistemden sadece birinin bile birkaç saniyeliğine durması kolaylıkla hayatımıza mal olacak sonuçlar doğurabilir.
            İşte tüm hayatı kuşatmış olan ve her olayı "normal seyrinde akıyor" şeklinde değerlendirmeye sebep veren "alışkanlık gözlüğü" çıkarıldığında, aslında herşeyin pamuk ipliğine bağlı denilebilecek şekilde ince planlanmış, birbirine bağlı sistemlerden oluştuğu rahatlıkla görülebilir. Gözünüzü çevirdiğiniz her noktada kusursuz bir düzenin hakim olduğunu fark edersiniz. Kusursuz düzenlerin, iç içe geçmiş mekanizmaların bulunduğu bir yerde elbette bir akıl, bilinçli bir düzenleme vardır. İnsan dünya üzerinde gözünü çevirdiği her yerde, gördüğü her detayda Yaratıcı’sını bulur.
            Siz de etrafınızdaki canlı cansız tüm varlıkların Allah’ın varlığını ve gücünü gösterdiğini anlamazlıktan gelmeyin. Çevrenizde gördüğünüz şeylere bakın ve Allah'ın sonsuz kudretini, kadrini takdir etmeye çalışın.
            Allah’ın varlığı APAÇIK bir gerçektir. Bu gerçeği anlamazlıktan gelmek, sadece kişinin kendine vereceği büyük zararların başlangıcı olur. Çünkü Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, yücedir, büyüktür. Allah gökten yere herşeyin sahibidir.